Hesabım
    Hugo
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,5
    Muhteşem
    Hugo
    Yazar: Melis Zararsız

    Bazı filmlere sadece filmin kendisi üzerinden bakılabiliyor, bazılarınınsa öyle yönetmenleri oluyor ki, gel de filmi önce bir yönetmen sineması üzerinden değerlendirme! İşte bu kez karşımızda Martin Scorsese. Bu ismi şahsen ben ilk kez kült film Taksi Şoförü (Taxi Driver) ile duymuştum. Ne film ama! Paul Schrader'in müthiş senaryosu, Scorsese'nin ellerinde bir başyapıta dönüşmüş, 11 dalda Oscar'a aday olan, Cannes'dan Altın Palmiye alan bir film haline gelmişti zamanında. Daha sonra 90'larda çektiği Sıkı Dostlar (Goodfellas), Korku Burnu (Cape Fear), Casino, Yaşamın Kıyısında (Bringing out the Dead), ve son yıllarda çektiği Köstebek (The Departed) ile Zindan Adası (Shutter Island) gibi filmlerle takip edebildim kendisini. Scorsese dendiğinde ise genelde aklıma New York'ta çekilmiş, derli toplu anlatımı olan, suç, adalet filmleri gelmekteydi. Shutter Island ise müthiş gerilimiyle bizlere bambaşka bir Scorsese göstermişti, film bir roman uyarlaması olarak da oldukça başarılıydı.

    Scorsese, 2011 yılında, son filmiyle karşımızda: Hugo. Bu kez de Brian Selznick'in "The Invention of Hugo Cabret" adlı ödüllü çocuk romanından uyarlanmış olan film, daha çok çocuklara hitap edermiş gibi görünen 3D bir macera filmi. "Gibi görünen" dememin sebeplerini yazının devamında açıklayacağım.

    Bizi bir kez daha şaşırtan Scorsese'nin 3D bir film çekeceği haberi ilk geldiğinde bu konudaki yorumlar genelde olumsuz anlamda, "sen de mi brütüs" şeklinde tezahür etmişti. Zira 3D, teknolojinin getirdiği güzel bir yenilik olmakla birlikte izleyicinin hala çok fazla alışabildiği bir olgu değil. Üstelik maalesef 3D teknolojisine uyum sağlamak adına çok gereksiz yapımlar çıktı son zamanlarda ortaya. Sırf efekt adına, izleyiciyi 3D'nin nimetleriyle etkilemek adına, hikayesi olmayan, içi boş, bilgisayar oyunu gibi filmler izlemek, bizleri 3D'den soğuttu. Hugo ise bu konuda iyi ki 3D olmuş dedirtebilen, nadir yapımlardan olmuş.

    Ama önce biraz Selznick'ten de bahsetmek gerekir zira bu büyülü öykü onun başının altından çıktı! Gaby Wood tarafından yazılan Edison's Eve adlı kitabın bir bölümünde sinemanın gelişiminde öncülük etmiş olan Melies'in automaton* koleksiyonundan bahsedilmektedir. Automatonlarını bağışladığı müze, yönetmenin ölümünden sonra onları değersiz zanneder ve atar, bu hikaye Brian Selznick'in çok ilgisini çeker ve bundan etkilenerek The Invention of Hugo Cabret kitabını yazar. Zaten bence bu projenin gerçekleşmesine sebep olan bu gerçek yaşanmışlıklar bile yeterince büyülü, içiçe geçmiş masalsı şeyler...

    Hugo'nun büyülü hikayesi ise şöyle, 1930'larda Paris'te saat tamircisi babasıyla birlikte yaşayan ve saat tamirini babasından küçük yaşında öğrenen Hugo, babasının ölümüyle yapayalnız kalır. Hugo'dan babasına kalan tek hatıra, ölmeden önce bir müzenin çöplüğünden bulduğu ve tamir etmek için çaba sarfettiği automaton'dur. Sarhoş amcası ona tren istasyonundaki büyük saati ayarlamayı öğretir ve sonra kayıplara karışır. Artık Hugo o kocaman saatin içinde yaşamaktadır. Öksüz ve yetim olarak tek başına yaşadığı öğrenilirse yetimhaneye kapatılacaktır, oysa ki onun bu hayatta bir görevi vardır: Automaton'u tamir etmek! Bu yüzden tüm gün saklanarak yaşar, oradan buradan çörek aşırarak yaşamaya çalışır. Hugo, bir fare gibi tüm gün istasyonun duvarlarının aralarında, yeraltında, tünellerde, merdiven boşluklarında gezmekte, istasyonda ne olup bitiyorsa buradan gizlice seyretmektedir. Bir yandan automaton'unu tamir edebilmek için bir oyuncakçı dükkanından vida, pense gibi aletler aşırmaktadır. Bir gün dükkanın sahibi onu yakalar ve elinde ne var ne yok alır, bu gizemli kişi aslında kimdir, Hugo'nın autumaton'uyla ne gibi bir ilgisi vardır... İşte gizem tam da burada başlıyor. Ama daha fazla ipucu vermek istemem.

    Bu filmin en önemli özelliklerinden biri dokusu aslında. Neredeyse tüm hikaye bir tren istasyonunda geçiyor ve buradaki detaylar, oyuncakçı dükkanının içindeki eşyalar, Hugo'nun yaşadığı saatin içindeki labirentimsi köşeler, merdivenler, kapakçıklar, hepsi ama hepsi o kadar büyülü görünüyorlar ki, şu an yazarken bile bazen aklım bana oyun ediyor ve "animasyon muydu yoksa?" diye düşünmeden edemiyorum. Sanki bunca eşyayı, detayı, rengarenk cümbüşü gerçekle değil de anca çizgiyle gösterebilirmişiz gibi geliyor. İşte Scorsese'nin yönetmenlik başarısı ve 3D kullanımındaki doğru yaklaşımı da burada karşımıza çıkıyor: Hugo'yu 3D izlemek, çocukken hepimizin severek okuduğu o kabartma resimli öykü kitaplarının içine dalmak gibi bir şey! "Işık Şehri" olarak tanımlanan Paris'teki bu çekimlerde Scorsese gerçekten de ışığı öyle bir kullanmış ki, en karanlık sahnelerde bile seyirci olarak şaşı bak şaşır yapmamıza gerek kalmıyor. Paris, tüm ışıltısıyla ve tüm gizemli dokusuyla karşımızda!

    Gelelim bu filmin bir çocuk filmi olup olmadığına. Bir çocuk hikayesini beyazperdeye taşıdı Scorsese, elbette çocuklara hitap ediyor, hem de her şekilde! Cinsellik, şiddet, küfür gibi öğeler de yok filmde, bu bakımdan da aileler rahatlıkla çocuklarını bu filme götürebilir. Fakat bu film, bir yerinden sonra değişik bir ters köşe yapıyor. Öyle ki, filmin eleştirilebilecek tek yanı da bu olabilir belki. Hugo Cabret üzerinden başlayan macera, bir noktadan sonra başrol oyuncumuzu ve konuyu tamamen bir yerde bırakarak, bambaşka bir konuya, hem de çok önemli ve derin bir konuya giriyor: Sinemanın icadı ve gelişmesi! Evet, baş kahramanımız birdenbire Georges Méliès oluveriyor ve özellikle sinemayla teknik olarak da yakından ilgilenenlerin keyiflerine keyif katacakları sahneler izlemeye başlıyoruz.1896-1910 yılları arasında yüzlerce film üreten Méliés'in zamanına yolculuk yapıyoruz ve adeta bir belgeselin içinde buluyoruz kendimizi, keyifli bir belgesel ama bu. Herşeyi unutup, sinemaya odaklanıyoruz, Lumiere Kardeşler, o zamanın imkansızlıkları, o imkansızlıklar içinde yapılmış şaşırtıcı derecede yaratıcı işler, ne Hugo kalıyor geriye, ne Automaton, tüm amaç Méliés'e ulaşmakmış belli ki.... Sonra tabii toparlanıyor film, kaldığı yerden az da olsa devam ediyor ve son buluyor gözlerimizde iki damla yaş ile... Evet, gerçekten etkiliyor bu film beni, bizi, ama sinemanın icadı ile ilgilenmeyen bir yetişkin veya herhangi bir çocuk bizim kadar etkilenir mi, soru işareti. Ben şöyle düşündüm gene de, bizim kadar gelişmiş bir bilinç ve bilgiyle izleyemese de, bir çocuk bu filmi izlerken gördüğü renklerden, hayalgücünden, dekordan, müziklerden hoşlanacaktır, biz ise çocukların sinema perdesinde görerek etkilendikleri o hayallerin aslında gerçekten yaşandığını bilen ve nedensiz bir gurur yaşayan yaşlı çocuklar olarak çıkacağız salonlardan... Düşündüm de, bence bunda hiçbir sakınca yok.

    *Automaton: mekanik oyuncak, robot anlamında kullanılan latin kökenli bir sözcük.

    twitter: blossomel

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top