Hesabım
    John Carter
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,0
    Yetersiz
    John Carter
    Yazar: Fırat Ataç

    Pixar çıkışlı Brad Bird'ün Mission: Impossible - Ghost Protocol ile live action'a sağlam bir geçiş yapmasından sonra, Vol.i (WALL•E) ve Kayıp Balık Nemo (Finding Nemo) ile tanıdığımız Oscar ödüllü Andrew Stanton'ın yönetmenliğini yaptığı John Carter'ı daha bir merakla beklemeye başlamıştık. 250 milyon dolarlık bütçesinin yanı sıra büyük bir reklam kampanyasıyla ayak seslerini duyuran film, kuşkusuz ki Disney'in bu seneki en büyük kumarı. Muhtemel hasılat getirileri konusunda tahmin yürütmek zor olsa da bu kumarda sinemasal anlamda 'kazanan' olmadığını kolayca söyleyebiliriz.

    Edgar Rice Burroughs'ın 1912 yılında yayınlanmaya başlayan serisi Barsoom'da yer alan hikayelerden biri olan A Princess of Mars, 1917 yılında roman olarak basılmıştı. Bu güne kadar bir çok önemli sinemacıya ilham veren bu ucuz romancı, Tarzan'dan sonraki en büyük eserinin neredeyse bir asır sonra sinemaya uyarlandığını görse büyük ihtimal şaşkınlığını gizleyemezdi. Tıpkı bizim, beyazperdede daha önce defalarca gördüğümüz olay örgüsünü, karakterleri hatta sahneleri izlemeye karşı duyduğumuz 'yok artık' hissini gizleyemediğimiz gibi...

    Sivil savaş veteranı John Carter'ın bulduğu bir madalyon vasıtasıyla kendini Barsoom'da (dünyalı gözüyle: Mars) bulmasıyla başlıyor film. Gezegenin iyi ve kötülerinin arasındaki husumetin tam da zirveye çıktığı bir dönemde yaptığı bu ziyaret, John Carter'ı istemsiz bir biçimde bir çok epik olayın baş kahramanı haline getiriyor. Yolculuğu boyunca önceleri kendine pek iyi davranmayan Tars Tarkas ve istemediği adamla evlenmek zorunda bırakılan Prenses Dejah Thoris başta olmak üzere bir çok can yoldaşı edinen Carter, ne yapıp edip bir ulusun kahramanı ve bir prensesin beyaz atlı prensi olmayı başarıyor. Tabi bu esnada kendini yeniden keşfettiğini, kaderini baştan yazdığını zaten biliyorsunuz.

    Filmin ilerleyişi esnasında gözümüze sokulduğundan karar vermek için fazlaca düşünmediğimiz ana hata; filmin yaratıcılarının ana materyalin yayınlanma yılını kendilerine koruma kalkanı olarak seçmesi. Bu kalkan sayesinde Star Wars'tan Avatar'a (hatta Pers Prensi: Zamanın Kumları (Prince of Persia: The Sands of Time)'ndan Kovboylar ve Uzaylılar (Cowboys & Aliens)'a) öykündükleri bir çok filmin yüksek bütçeli bir pastişini yapabilmişler. Bazı anlarda pastiş kelimesinin dahi yetersiz kaldığı birebir yeniden canlandırmalara dahi rastlamak mümkün. Şahsen arena sahnesinin Yıldız Savaşları: Bölüm II - Klonlar'ın Saldırısı (Star Wars : Episode II - Attack of the Clones)I filmine saygı duruşu olduğunu zannetmiyorum.

    Dijital olarak yaratılan dünya, başta şişko köpek Woola olmak üzere ince işçiliklerle bezenmiş yaratıklar filmin olumlu tarafları olsa da bunlar işin yönetim tarafındaki ciddi problemleri göz ardı etmeye yetmiyor. Baştan sona kaos içerisinde geçen filmin aksiyon sahnelerinde dahi devamlılık hataları var. Bu tip bir filmde en azından bu açıdan bizi doyurmanın planları daha doğru yapılabilirmiş. Sayısız kesme ve CGI aksiyonuyla normal aksiyonun bariz farklarını özümseyememiş yönetmenlik tercihleri olumsuzluk zincirini uzattıkça uzatıyor. Kendi haline bırakılsa bile vasat üstü bir sonuca varabilecek final savaşının ortasında manasız bir evlenme sekansı olmasının mantığını çözmek ise çok zor.

    Daha önce X-Men Başlangıç: Wolverine (X-Men Origins: Wolverine)'de de birlikte oynayan Taylor Kitsch ve Lynn Collins'in filmi taşımaktan uzak performansları, Willem Dafoe, Samantha Morton ve Thomas Haden Church'ın başarılı seslendirmeleriyle dengelense de; oyuncu kanadındaki en muazzam performansın bile nafile olacağı bir yapımda 'dengede olmak' deyimi herhangi bir şey ifade etmiyor. 3D'nin yine boş laftan ibaret olduğu, galaksiler arası aşkla ortalama bir aile dostu bilimkurgu/aksiyonu harmanlayan John Carter, yüksek ihtimal yılın en büyük balonlarından biri olarak anılacak.

    firat_atac@hotmail.com / firatatac.tumblr.com

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top