Hesabım
    The Club
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,5
    Muhteşem
    The Club

    Karanlığın dibinden kara mizah dersi

    Yazar: Serdar Kökçeoğlu

    Yılın sonlarında ve başlarında hayatımıza giren şeyler var, mesela listeler. Yılın en iyileri, en kötüleri, gözden kaçanları, göze batanları... Listelerden kurtulmak kolay değil; zaten isteyen de kim? Listelere bakıp 'izlenmesi gerekenler' listesi yapmayan var mı? Peki o zaman biraz zamansız düşünerek beraber bir liste yapalım:

    'Günümüzde üreten sinemacılar arasında mutlaka takip edilmesi gereken isimler kimler?' Çok yönetmen var, peki ilk beşe kimler girer? Zor değil mi? Ben bir tanesini, Pablo Larraín'in adını yazıp kurtulayım, hem böylece yazıya da kenardan başlamış oluruz.

    Yetenekli bay Pablo Larrain'in ilk filmi olan Fuga'yı henüz izlemedim, benim tembelliğim. Üçlemesinden farklı olduğunu hissediyorum, yanlış olabilir. Beni yönetmene bağlayan, ikinci filmi Tony Manero oldu. Kaç kere izlediğimi, kaç kere birilerine izlettiğimi hatırlamıyorum. Zaman içinde benim için örnek (alınması/verilmesi gereken) bir filme dönüştü.

    Politik meselesini, gayet kiç bir şekilde popüler kültür ve tür sinemasıyla buluşturmasıyla sevdiğim bir sinemayı temsil ediyor. Ama asla tür filmi değil, göz kırpıyor ve sağ gösterip sol vuruyor. Dönemin şiddetini ve ahlaki çöküşünü gösteriyordu film kısaca. Yönetmen, Morg Görevlisi (Post Mortem) ile Şili darbesinin izlerini sürmeye devam eder. Ardından gelen ve referandum esnasında cuntaya muhalif kanadın ''Hayır'' kampanyasını anlatan No ise üçlemenin en popüler filmi olur.

    Yönetmen üçlemenin ardından çektiği The Club ile Şili'nin yakın tarihinden uzaklaşıyor ve Katolik kilisesinin temsilcilerinin kişisel tarihlerine uzanıyor. Aslında bir yere gittiği yok, bir kez daha hassas bir konunun (anti)kahramanlarına insani boyutta yakından bakıyor.

    Yönetmen üçlemede konu edindiği dönemlerin ruhuna uygun bir estetikle karşımıza çıkmıştı. Filmler stilizeydi ama içeriğin bir uzantısıydı biçimsel özellikler. Bu defa okyanusun hemen dibindeki geniş bir evi merkeze alıyor ama evin içindeki ruh halini yansıtmak için doğal ışığın loşluğunu ve klostrofobik çekimleri tercih ediyor. Bu çekimlerin bazıları alışılmadık tercihlerle filmin tekinsiz atmosferini besliyor.

    Ev görünüşte manzaraya bakan pencereleriyle bir huzur evi. Yaşları değişen birkaç erkek rahip ve onların bakımını, beslenmesini eksik etmeyen bir kadından oluşuyor evin sakinleri. Ama gerçekte burası suçlu din görevlilerinin cezalarını çektikleri bir yerdir. Pedofili gibi kilisenin epeydir başına bela olan vahim suçlardan dolayı burdalardır.

    Öte yandan burası bir ceza evi değil ve rahipler epey karlı olabilen köpek yarışı ve sohbetle günlerini geçiriyorlar. Rahatları yerinde gibi. Düzen, aralarına gelen yeni bir rahibin ürpertici intiharıyla bozuluyor. Adamın peşinden, onun günahlarını bir bir sayıklayan yaralı bir genç de gelmiştir.

    Evin bundan sonra iki konuğu daha olur: Ölümle lekelenen evin geleceğine karar verecek olan araştırmacı rahip ve evin etrafında gezinen, yaşadığı travmatik tecavüzlerin etkisini üzerinden atamayan yaralı genç. Ev kilisedeki reformu temsil eden yeni rahibin gözünde, istismar edeni ve edileni bir araya getirmiştir. Larrain, Yeni Kilise'nin gözetimi ve çatısı altında bir uzlaşma, ruhsal bir tedavi ve o dünyanın diliyle konuşursak, kefaret çabasıyla sonlandırıyor çarpıcı filmini.

    Larrain katolik kilisenin başını çok ağrıtan bir konunun etrafında şekillendirmiş hikayesini. Üstelik senaryo aşamasında da asla kolay yolları tercih etmemiş. Kahramanları ne yüzeysel çizilmiş kötü kahramanlar ne de acı içinde kıvranan, bağışlamayı bekleyen tipler. Dediğimiz gibi durumlarıyla barışıklar ve daha fazla bela istemiyorlar, bunun için yeni kötülükler tasarlamaktan çekinmiyorlar. Larrain kilisenin bu kendine toz kondurmayan, hatalarına kılıf bulan, güç ve düzen yanlısı zihniyetine yükleniyor en çok. Rahipler kendi hatalarıyla yüzleşme konusunda adeta kirli defterleri birikmiş bir iktidar partisi gibi isteksizler.

    'Hem suçlu hem güçlü rahipler' son derece insani çizilmiş; öte tarafta yaşadıkları yetmiyormuş gibi, her gittiği yerde dışlanan genç adamın durumu da yürek burkuyor. Bu senaryoda belki sadece Larrain'in finalde yaptığı karar, yani Yeni Kilise'nin yarattığı 'mutlu tablo' eleştirilebilir. Ama bunu da gerçekçi bir çıkış yolu olarak görmekte yarar var.

    The Club, içi ve dışı karanlık bir film. Suyun hemen yanında ama aslında okyanusa çok uzak olan bir evden loş manzaralar sunuyor. Bir yandan insani portreleriyle acı acı güldüren bir kara mizahı var. Filmin mizahı özellikle insani tepkilerde, zaaflarda kendini gösteriyor.

    Keşke gönlünü sanat sinemasına kaptırmış yerli yönetmenlerimiz de bize karanlık hikayeler anlatırken mizahtan daha bol yardım alsalar. Mizah karanlığın ortasında bir yönetmenin gözü, kalbi, aklı ve hatta akıl sağlığı olabiliyor çoğu zaman. Mizah önemli.

    Sadece filmin müzikal tercihleri konusuna dair bir şeyler söylemek lazım. Sanat sinemasının besteci Arvo Part merakı burada da kendini gösteriyor ya, Larrain'in sevdiği müzikleri sadece kendi müzik aletlerinden dinlemesi ve filmine taşımaması doğru bir karar olurmuş. Ama o kadarcık kusur da oluversin, bu devirde böyle sinema ortaya koyabilen kaç kişi var...

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top