Hesabım
    Kızıl Ejder
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    Kızıl Ejder

    Manhunter <B>Red Dragon</b>’a Karşı!

    Yazar: Nur Özgenalp

    Kızıl Ejder (Red Dragon), aylardır sinemaseverler tarafından merakla bekleniyordu. Daha önceden Kuzuların Sessizliği ve Hannibal filmlerinden ve kitaplarından tanıdığımız tüyler ürperten Dr. Hannibal Lecter'ı dünyaya tanıtan üçlemenin, ilk kitabıydı ve ilk filmiydi. 1986'da Michael Mann, Kızıl Ejder'i Manhunter ismiyle sinemaya aktarmıştı. Zaman içinde Cannibal / Hannibal Lecter rolü Brian Cox'tan Anthony Hopkins'e, kendi hayatını kurmak ve korumak için, işten uzak durmaya çalışırken kendini yine olayların içinde sürüklenir bulan becerikli FBI uzmanı Will Graham rolü, William Petersen'dan Edward Norton'a; mutlu aileleri öldüren tehlikeli seri-katil Francis Dolarhyde rolü, Tom Noonan'dan Ralph Fiennes'e, acımasız bir katilin bile içinde sıcak duygular uyandıran görme özürlü Reba McClane rolü de, Joan Allen'dan Emily Watson'a geçti.

    Sadece Kızıl Ejder filmini seyredenler, karşılarında bilindik, iyi işlenmiş bir gerilim filmi buldular. Heyecanlandılar; korktular; koltuklarından sıçradılar. Ama Michael Mann'in Manhunter'ı ile önceden tanışmış olanlar çelişik düşünceler ve duygular yaşıyordu; sonradan tanışanlar da aradaki ilginç farkları gördü. Red Dragon ve Manhunter aynı kaynaktan çıkıp farklı yollar izleyen ve farklı şeyler anlatan filmlere çok iyi birer örnek.

    70-80 kuşağının heyecanla hatırladığı Kuzuların Sessizliği, bol bütçeyle kotarılmış başarılı bir B filmiydi. Maalesef ki, ardından merakla beklenen Hannibal aynı izlenimi bırakmadı. Yine de Kızıl Ejder'e harika oyuncu kadrosu ve kitaptan gelen yüksek gerilim dolu olay örgüsü için bir şans tanımak gerekiyordu. Ortaya çıkan film, iyi bir Hollywood aksiyon-gerilim filmi oldu. Hatta aksiyon-korku demek işleniş tarzı için daha uygun. Hikayeyi hareketli bir biçimde; seyirciyi korkutmak amaçlı ele alıyor. Oysa Manhunter, klinik bakış açısıyla ve psikolojik tansiyonu yüksek tutmasıyla, belli bir seyirci kitlesi tarafından kült kategorisine çoktan taşınmıştı.

    Manhunter, eski profilci Will Graham'ın kesin emekliye ayrılma kararından sonra, FBI'dan yardım çağrısı üzerine tekrar tehlikeli bir katilin peşine düşmesini anlatıyor. Graham'ın en büyük derdi ailesini işi yüzünden - daha önceden de kendisine olduğu gibi - tehlikeye atmamak. Manhunter'ın öyküsü, Will Graham'ın öyküsü üzerine kurulu ve Lecter'la Dolarhyde'ı; Graham'ın öyküsünü anlatmaya yetecek kadar gösteriyor. Kızıl Ejder ise paralel kurguyla bir çok öyküyü iç içe işliyor. Manhunter'da Graham'ı takip ediyoruz; diğerinde ise Graham - Lecter ilişkisiyle, Dolarhyde - McClane ilişkisi arasında gidip geliyoruz.

    İlk Lecter yorumunu üstlenen İngiliz aktör Brian Cox'un Manhunter'da çok az sahnesi var, oysa Anthony Hopkins, Red Dragon'da bol bol karşımıza çıkıyor. İki film arasındaki en büyük fark ise, Hopkins'in Lecter'ı artık popüler bir karakter! İnsanlar Graham yerine onu seyretmek için sinemaya gidiyor. Kızıl Ejder de Graham ve Lecter arasındaki gerilim dolu ilişki geri dönüşlerle ve şimdiki zaman konuşmalarıyla anlatılıyor. Yönetmen Brett Ratner ve senaryo yazarı Ted Tally, Graham - Lecter ilişkisini anlatırken iki adamın bir aynanın iki yüzü olduğuna işaret ediyorlar. Graham, Lecter'da gördüğü kendi yansımasından çok rahatsız oluyor. Manhunter ise olanları göstermek ve iki adamın atışmalarında işlemek yerine, Graham'ın psikolojisini görüntüye aktarmayı; iç dünyasındaki çatışmayı dışa vurmayı tercih ediyor.

    Kuzuların Sessizliği'nden hatırlayanlar, Lecter'ı bir kült figür olarak görebilir. Mann, Lecter'ı daha ayakları yere basan ve gerçekçi bir biçimle işlemiş. Hopkins'in ve Cox'un performansları ve yorumları çok farklı ve iki yorumun da kendi çerçeveleri içinde çok başarılı olduğunu belirtmek gerek. Cox daha insan, daha gerçekçi ve hem de bu sebeplerden daha korkutucu bir Lecter'ı başarıyla sergilerken; Anthony Hopkins, üçlemenin en ünlü ve gerilim dolu karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Hopkins soğuk ama içimizi yakıyor; gözleri ruhumuza işliyor. Yine de son filmde (aslında ilk olsa da) Anthony Hopkins'in kanımızı donduran Lecter yorumuna yeni bir şey eklediği söylenemez. Seçim seyirci ve okuyucuya kalmış.

    Francis Dolarhyde rolüne gelince: Ralph Fiennes sıradan kapı komşumuz çıkabilecek seri-katil rolünde, maalesef ki, Tom Noonan kadar inandırıcı değil. Kendi yüzünden rahatsızlık duyan bir adam için fazlasıyla yakışıklı denebilir. Oysa Tom Noonan toplumun dışında kalmaya yatkın sıradan bir tipi başarıyla üstüne giyiyor. Yine de Kızıl Ejder'de katille görme özürlü Reba McClane arasındaki ilişki Manhunter'a nazaran çok daha dokunaklı ve iyi işlenmiş. Manhunter'da bu ikilinin öyküsü geride kalıyor. Red Dragon ise bu öykünün filmin genel atmosferine getirebileceklerinin farkına varıyor ve karşımıza ilginç, sakat ama büyüleyici bir aşk öyküsü çıkarıyor.

    İki filmde de aynı kameramanın çalışmasına rağmen, Red Dragon görsel olarak hareketli ve başarılı bir Hollywood filmi olurken; Manhunter içeriğini görüntüsüne taşıyarak özgün bir görsel dil oluşturuyor.

    Manhunter'ın bir klasik olduğunu ve ne kadar iyi olursa olsun bir yeniden yapımın "yeniden yapım"dan öteye gidemeyeceğini savunan Brian Cox'a rağmen, her iki filmin farklı filmler olduğunu ve Hollywood'da her ikisi için de yeterince yer olduğunu belirten Emily Watson'ı dinlemek ve iki filmi de görmek gerek.

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top