Hesabım
    Kirli Tatlı Şeyler
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Kirli Tatlı Şeyler

    <b>Kirli, Tatlı</b> Şehirler

    Yazar: Serdar Kökçeoğlu

    Kirli Tatlı Şeyler’in fazlasıyla merak uyandırmasının üç nedeni bulunuyor: Birincisi, yönetmenliğini Benim Güzel Çamaşırhanem’i çeken Stephen Frears’ın üstlenmiş olması. İkincisi, ana karakterlerinden birini, zamanla kült bir figüre dönüşen Audrey 'Amelie' Tautou’nun canlandırıyor oluşu. Üçüncüsü ise, filmin günümüz Londra’sında bir oteli mesken tutup göçmenleri konu ediniyor oluşu. Öykünün kimi açılardan Çamaşırhanem’i çağrıştırıyor oluşu da, filmin bu özelliğini daha da çekici kılıyor. Yapım neyse ki, her yönden beklentileri fazlasıyla karşılamayı başarıyor. Hatta izledikten sonra bütün bu özelliklerin eksik bile kaldığını düşünüyorsunuz. Çünkü filmde Nijeryalı bir göçmeni canlandıran ve isminin aksine sade ve etkileyici bir performans sergileyen Chiwetel Ejiofor, filmin en güçlü ve akılda kalıcı yanlarından biri.

    Stephen Frears, çektiği filmlerle İngiliz sinemasının önde gelen yönetmenlerinden biri olmayı başardı. Ayrı telllerden çalan, birlikte düşünüldüğünde kolay kolay ortak bir paydada biraraya gelmeyen filmleri arasında son derece ilginç yapımlar da var. Benim Güzel Çamaşırhanem, 80’lerde geçiyor olmasına rağmen, İngiltere’ye bakışıyla unutulmaz bir dönem filmi olarak örnek filmlerden birine dönüştü. Daha yakın tarihli Sensiz Olmaz (High Fidelity) ise özellikle arşivcilerin elinin altında tuttuğu ve kimi özel zamanlarda dinlemeden edemediği özel bir müzik albümü gibi. İnsan uzun zamandır aradığı bir albümü nihayet bulduğunda da, tıpkı birisiyle paylaşmak ister gibi bu filmi izlemek için garip bir istek duyuyor. Kirli Tatlı Şeyler de, bu özel Frears filmleri arasında yerini almaya aday gibi gözüküyor. Gerçekçi bir atmosferde ilerlese de, karakterlerinin ak kaşık masumluğu ve filmin mizahını oluşturan olay örgüsüyle masalsı bir yapıya kavuşuyor. Katlanmak zorunda oldukları yabancı bir dünyada birbirlerine destek olan ve yaşam alanlarını yeniden çizmeye çalışan 'sistem insanlarından' küçük bir intikam alan göçmenlerin hikayesi, bütün sert ve hüzünlü yönlerine rağmen bir masalı andırıyor.

    Ken Loach veya Mike Leigh tarzı bir gerçekçilikten ziyade, yönetmen tarafından müdahale edilmiş kirli ve tatlı bir hikaye ile karşı karşıyayız. İki yönetmenden birine refarans vermemiz gerekirse, ikincisine daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Frears’ın filmini ciddi bir sistem eleştirisi olarak da görmemek gerekiyor. Her ne kadar insanların karakterlerini ve yaşam alanlarını belirleyen sistem, film içinde de birden fazla kereler telaffuz ediliyor olsa da, daha çok kirlenmiş bir metropolde ayakta kalmaya çalışan göçmenlerin hikayesi olarak kabul edebiliriz. Kalbini bir tuvalete düşürmüş, koparıp atmış bir şehirde, birilerinin yaşam alanını daraltarak ya da bedenlerini eksilterek varolmaya çalışan insanların dünyası anlatılıyor. Filmin en karanlık yanı ise, yavaş yavaş tüm büyük şehirlerde belirmeye başlayan ve bir şehir efsanesi gibiyken, artan olaylarla ayyuka çıkan organ ticareti. Londra’da hayatta kalmanın yolu ise, özellikle göçmenler için böbreklerini haraç olarak vermekten veya başka organları zevklendirmekten geçiyor. Bedenlerinden başka bir şeye sahip olmayan insanların, yaşamlarını sürdürebilmek için kendilerini paylaşıma açmaları, belki de filmin en güçlü yanı.

    Gerçek yaşamında İngilizce bilmeyen bir Fransız oyuncunun, İngiltere’de yaşayan bir Türkü canlandırması ve üstelik bunda başarılı olması için Audrey Tautou olması gerektiği bilgisini de bu filme borçluyuz. Amelie’nin mutluluk veren renkli bir şekeri andıran Audrey Tautou’su, soluk renkli Şenay karakterinde oldukça etkileyici. Özenle bağlanmış siyah saçları, koyu renkli kazakları ve eteği ile az önce sokakta rastlamış olabileceğimiz dalgın kızdan çok da farklı değil. En azından herkesin ondan beklediği karakterden sıyrılıp zor bir karaktere bürünmeyi başarmış. Geçmişi hakkında çok fazla bir şey bilmediğimiz Şenay, Londra’da yaşamanın güçlüklerinden New York’a giderek kurtulmaya çalışıyor. Sakin, iyi niyetli ve biraz içe dönük yapısına ekleyebileceğimiz tek ipucu ise odasında asılı duran Yılmaz Güney posteri. Bu ise her ne kadar sokağındaki bir duvardan, özlem duygusuyla çıkarılıp odaya getirilmiş gibi duruyorsa da, daha çok filmde önemli bir yer tutan Türk karakterin hatırına bir saygı duruşu gibi konulmuş. Bekaret konusu ve özellikle de kanlı bornoz öyküsü ise bu Türk karakterle birlikte bir yeşilçam havası estiriyor ki, bu da filmin gereksiz yere üzerinde durulmuş yanlarından biri olarak kabul edilebilir.

    Londra, ayakta durmanın en zor olduğu yerlerden birisi olmasına rağmen, dünyada en fazla göçmen alan ülkelerden birisi. Yeni bir hayat kurmak üzere gidenlerin pek çoğunun benzer sebeplerden dolayı geri dönmesi ise, artık şaşılacak bir durum olmamaya başladı. Özellikle 11 Eylül’den sonra bu zorluğun katlandığını söylemek ise abartmak olmayacaktır. Dünyanın hemen her yerinde göçmenlerin hikayesi, diğerlerine benzemeyen bir hüzün barındırıyor. Bu dünyalara dair samimiyetini Benim Güzel Çamaşırhanem ile ortaya koyan Stephen Frears’ın yeni filmi eksilerek varolmaya çalışan hayatlara dair etkileyici bir yapım. Karamsar bir sona sahip olmaması nedeniyle gerçekçi olmamakla eleştirilebilir belki ama yine de geride büyük bir hüzün bırakıyor. Büyük bir şehirde küçük bir aşk bile kendisini kolay kolay var edemiyor çünkü.

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top