Hesabım
    68. Cannes Film Festivali'nde Haftasonu Notları!

    Duygu Kocabaylıoğlu festivali yerinde takip etmeye devam ediyor!

    Festivalinin "Yuhalanan" İlk Filmi: The Sea of Trees

    Bol ödüllü yönetmen ve Cannes müdavimi Gus Van Sant filmografisinin son işi The Sea of Trees ile festivalin üçüncü gününe tabiri caizse damga vurdu; ama payeyi festivalde ilk yuhalanan film olmasıyla aldı maalesef! Film ilk basın gösterimi öncesi ibretlik bir kalabalığın kapıları zorladığını belirtmek ve merdivenlere kadar seyircilerin taştığını da eklemek gerek; yani özetle beklenti çok büyüktü. Belki de haksız yuhalanmasının altındaki birkaç nedenden biri de bu yüksek beklenti olabilir.

    Filme gelirsek, Fil filmiyle 2003'te Palmiye'ye uzanan Van Sant, Sea of Trees filminde - Türkçe'ye 'Ağaç Denizi' olarak çevrilir mi göreceğiz- bildiğimiz bir hikayeyi alışılagelmiş bir üslupla anlatıyor.

    Film geriye dönüşlerle anlatıldığı ve pek çok sürprizi olduğu için öyküsünü kısaca özet geçmem gerekirse, 'ölmek için mükemmel bir yer' olarak tarif edilen Fuji Dağı eteklerindeki Aokigahara Ormanına dalan bir adamla tanışıyoruz önce. Bilimadamı olduğunu öğrendiğimiz ve  evliliğinde çeşitli sorunlar yaşayan Arthur adındaki bu adam ormanın derinlerine doğru ilerlerken çıkış yolunu kaybetmiş, yaralı başka bir 'ziyaretçi' ile karşılaşıyor ve kendisinden önce onu hayatta tutmaya çalışıyor. Kader ortaklığı yapan ikilinin ormandaki yaşam savaşı boyunca hikayedeki geriye dönüşlerle Arthur'un neden bu uçsuz bucaksız ormana kendini attığını da pey der pey öğreniyoruz...

    The sea of Trees © FDC / Thomas Leibreich

    Arthur'un hem ormanda yaşadıkları hem onu buraya sürükleyen nedenlerde karşımıza çıkanlar "Bu kadarı da olmaz artık!" dedirten noktada olsa da, hayat bu, olur mu olur! Zannımca filmin öyküsünün algılanmasında doğu-batı kültür farkı bu sefer etkili olabilir. Zira bizim iliklerimize işleyen Yeşilçam talihsizliği olduğu gibi Arthur'a geçmiş! Hikaye kimilerine göre saçma kurgulanmış gelse de, belki de tam da bu yüzden baştan sona kendi içindeki tutarlılığı bana rahatsızlık vermedi. Klişelerle bezeli de diyebilirsiniz, "Hayat biraz da böyledir" işte de diyebilirsiniz. Gus Van Sant ölüm ve yaşam ile ilişkisi olan herkese bu sefer daha sığ bir seviyede bir öykü kurgulamak istemiş. Baktığınız her çiçekte ya da kelebekte bu filmi hatırlayın istemiş; olamaz mı?

    Filmin kendisi romansın ağır sularında gezerken eleştirisinde de biraz romantizme kaçmanın günahı olmaz deyip Matthew McConaughey'nin oyunculuğunun da iyiden iyiye zirveye tırmandığını eklemek isterim.

    Son söz olarak See of Tress duygusal yapısıyla ülkemizde vizyona girdiğinde seyirci bulması olası bir yapım. 

    facebook Tweet
    Öneriler
    Yorumlar
    Back to Top