Modern Bir Başyapıt
Yazar: Onur KırşavoğluYakın zamanda "All Quiet on the Western Front" filminin yeniden çevrimiyle adından söz ettiren ve Oscar radarına giren Edward Berger’in yönetmenliğini üstlendiği "The Conclave", Robert Harris’in aynı adlı çok satan ve tartışmalar yaratan romanından uyarlandı. Film, çok yönlü olmasına rağmen yıllar sonra adını en iyi politik dramalardan biri olarak listelere sokacaktır. Filmin başrollerinde Ralph Fiennes, Stanley Tucci, John Lithgow, Sergio Castellitto, Carlos Diehz, Lucian Msamati ve Isabella Rossellini gibi isimler yer alıyor. "The Conclave", Papa’nın ölümü sonrası gerçekleştirilen kardinal seçimlerini konu ediniyor ve bu sürecin yaşandığı birkaç güne odaklanıyor. Gizem, entrika ve politik mücadelelerle bezeli hikâye, izleyiciyi Vatikan’ın kapalı kapıları ardındaki dünyasına sürüklerken, din ve güç ilişkisini de sorgulayan bir anlatımla bizi karşılıyor.
Focus
"The Conclave", ilk bakışta daha önce örneklerini izlediğimiz klasik bir politik gerilim gibi görünse de, dinin ve inancın insani boyutunu ele alışıyla fark yaratmayı başarıyor. Bu farkı da en çok atmosfer ve temposuyla ortaya koyuyor. Yönetmen Edward Berger, sinematografik anlatımı ve güçlü atmosferiyle izleyiciyi Vatikan’ın kutsal ve kasvetli koridorlarında gezdirirken, hikâyeyi sadece bir seçim sürecinden ibaret bırakmamayı başarıyor. Adeta bir tenis maçı gibi peliküle aktarılan seçim, favori değiştikçe bizi de tamamen içine alıyor ve heyecanı diri tutmayı başarıyor. Filmin baş karakteri Kardinal Lawrence (Ralph Fiennes), etik ikilemler ve politik manevralar arasında sıkışmış bir figür olarak öne çıkarken, Stanley Tucci’nin canlandırdığı Kardinal Bellini karakteri manipülatif doğasıyla gerilimi artıran önemli bir unsur oluyor. Kardinal Tedesco ise (Sergio Castellitto) daha gelenekçi ve fanatik bir yerde konumlanıyor. Her bir karakter senaryoda büyük önem arz ederken, kardinallerin ve güce tapan, onu isteyen erkeklerin dünyasında önemli manevraları ortaya koyan ise güçlü bir kadın, Rahibe Agnes (Isabella Rossellini) oluyor. Agnes, inanç olmasa da vicdan sahibi olunması fikrini izleyiciye gösterme rolünü de üstleniyor. Bu noktada hemen hepsinin inançtan ziyade bir iktidar savaşına girdiği açıkça görülüyor. Verilen oylar ileride sağlayacak kişisel faydalara göre belirleniyor. Gruplaşmalar, seçimin sonucunu etkileyecek bazı kanunsuzlukları da beraberinde getiriyor. Seçimle en alaksız görünen ve başka bir adayı fanatikçe destekleyen Kardinal Lawrance bile içten içe Papa olma hayali kuruyor ve seçildiği zaman adının ne olacağının hayallerini kuruyor. Kısacası, erkeklerin dünyasında yine iktidar ve güç savaşı yaşanıyor. Finalde ise bütün bunlara getirilen eleştirileri destekleyen sürpriz bir sonla Berger derdini en zirvede anlatarak filmi bitiriyor ve etkisi daha da artıyor.
Yukarıda bahsettiğim atmosfer yaratma becerisini destekleyen en önemli özelliklerden biri kuşkusuz Vatikan’ın, içine kapanık, gizemli ve tarih kokan yapısıyla önümüze serilen, Stéphane Fontaine’in muhteşem sinematografisi. Fiziki olarak da hem yapıyı hem yaşananları hissetmemize yardımcı olan olağanüstü kadrajlar, filme şiirsel bir bonus da katıyor. Klişe tabirle her biri tablo etkisi yaratan sahneler, muhteşem ışık ve gölge oyunlarıyla estetik olarak bir şahesere dönüşüyor ve görsel olarak da, içerikte olduğu gibi ortaya bir başyapıt çıkıyor. Volker Bertelmann’ın besteleri ise, filmin melankolik ve gerilimli havasına uyum sağlayarak hikâyeye büyük katkı sunuyor. Karakterlerden bahsettik, peki oyunculuk dersek; oyunculuk performanslarına baktığımızda Ralph Fiennes, her zamanki gibi güçlü bir karakter portresi çizmeyi başarıyor ve en iyi performanslarından birine imza atıyor. Kardinal Lawrence’ı sadece bir din adamı değil, aynı zamanda içsel çatışmalarla boğuşan, geçmişiyle yüzleşen ve kararlarıyla tarih yazmaya aday bir figür olarak ortaya koyuyor. Bunu bakışları ve mimikleriyle öyle güzel yansıtıyor ki ödüllerin hepsini kucaklasa ses etmem ama Adrien Brody sanırım Oscar yarışını önde götürüyor. Stanley Tucci ve John Lithgow başta olmak üzere yan rollerdeki performanslar da çok iyi ama ekran süresi çok az olmasına rağmen Isabella Rossellini, Oscar adaylığını hak ettiğini gösteren bir performans sunuyor. Gerek adaylık, gerekse ödülü alırsa en az süreyle bunu başaran oyunculardan biri olarak tarihe geçecek.
Son tahlilde, "The Conclave", dini, politik ve insani boyutları ustalıkla bir araya getiren bir yapım ve yılın en iyi birkaç filminden biri olarak gönlümü kazanıyor. Hatta tekrar izleme sonrası "The Brutalist" önünde yıl sonu listesinde liderliği alabilir ki çoğu sinemaseverin listesinde de ilk üçteki yerini garanti görüyorum. Bu arada filmin genel izleyiciyi de yakalayacağını düşünüyorum. Din ve güç ilişkisini sorgulayan, atmosferik bir gerilim filmi olarak da oldukça başarılı ve bahsettiğim üzere temposu hiç sıkmayacak şekilde dinamik. Sadece seçim sonucunun merakıyla iki saat geçirip heyecan ve gerilim yaşayan izleyiciler de filme yüksek puanlar verecektir. Velhasıl, Berger yine yılın en iyi filmlerinden birine imza atmış. Bir sonraki projesini heyecanla beklemeye başladık bile.
Onur KIRŞAVOĞLU