Bal, süt, tereyağı için büyümek!
Yazar: Banu BozdemirAçılış jeneriğinde "Fatih Akın’dan ‘Bir Hark Bohm Filmi’" yazan "Amrum", İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde Alman romancı Thomas Mann’ın Almanya’nın 1947’de yaşadığı yenilgiyi anlattığı, Christopher Marlowe’un Dr. Faustus efsanesini yeniden yorumladığı eserinden uyarlama bir dram. Filmin sonlarında da gördüğümüz Bohm, başlangıçta kendi çocukluk anılarına dayanan filmi yönetmek için kolları sıvamış, senaryoya da katkıda bulunmuş ama sonra vazgeçince Akın’a devredilen bir iş olmuş "Amrum". Filmin bugüne kadar izlediğimiz Holokost yapımlardan farkı, Almanların birçoğuna doğuştan itibaren aşılanan ırkçı bir inanç sisteminin ani çöküşü hakkında olması. Ve bunun değişik yanı travmatik bir utançla bir çocuğun yıkanmış beyniyle giriştiğimiz deneysel ve masalsı bir destanla anlatması oluyor. Filmin çocuk karakteri Nanning’i canlandıran Jasper Billerbeck öyle mükemmel bir şekilde rolüne bürünüyor ki yüzünde ve bedeninin her köşesinde yüzleşmenin, sorgulamanın izleriyle coşuyoruz! Bu yürek burkucu büyüme hikayesinde Fatih Akın kötülükle savaşacak bir formül ortaya koyuyor: Bilmek ve öğrenmek… Farklı bir ortamda büyüseydi kötülüğün karşısına koyacağı bir iyilik dünyası olması muhtemel bir yolculuğa çıkarıyor. Bir yandan bu bir empati hikayesi gibi duruyor olsa da asla öyle değil, öyle olsaydı Akın kendisi ve bizim için basit önerme yaratmış olurdu. Film benzerleri "Jojo Rabbit"ten daha yakın bir samimiyet barındırıyor, "Çizgili Pijamalı Çocuk"tan ise daha ilgi çekici.
Warner Bros.
Kuzey denizinde, az nüfuslu, rüzgarlı ve gelgitli adada annesi, teyzesi ve kardeşleriyle yaşayan Nanning, küçücük adada öyle olaylar yaşıyor ki, hepsini savaş koşullarıyla anlatmak imkansız duruyor. ("Amrum"u Akın’ın önceki filmleri içinde bir yerde aramak mümkün olsaydı 2016 yapımı "Goodbye Berlin"le örtüşürdü.) Zaten ada genel savaş koşulları dışında konumlanmış durumda. Arada gelen savaştan kaçan çocuklar, sahilde Nanning’in gördüğü ölü bir havacı asker ve tepelerinde uçan uçaklar olmasa savaşın izini ancak kıtlıkla süreceğimiz bir durum kalıyor geriye. Adada düzenli olarak yapılan şeyler patates yetiştirmek, pisi balığı tütsülemek… Patates yetiştirmek derken kısa bir rolle karşımıza çıkan Diane Kruger, Tessa rolüyle Nazizm’i kötülüyor ve bir an önce sona ermesini umduğunu söylüyor. Nanning’in kutsal davayla arasındaki ilk kırılma noktası burada başlıyor! Annesinin Tessa’yı ihbar etmesi başka bir kırılmayı beraberinde getiriyor ve Nanning ilk defa annesine dış bir göz olarak bakmayı deniyor. Yine de annesine olan sevgisi konusunda sadık. Nanning’in dramı dördüncü çocuğuna hamile olan annesinin Hitler’in azalan etkisi nedeniyle depresyona girmesiyle başlıyor. Doğum yaptıktan sonra en kötü dönemi aşmak için canı tereyağ, bal ve beyaz ekmek ister, Nanning bunu bir görev olarak algılıyor ve küçük adada tuhaf, masalsı ve bir yandan da karanlık bir yolculuğa çıkıyor. (Tereyağ, bal ve un kısmı biraz da ne duruyorsun helva yapsana şarkısını hatırlatıcı, tabii bir de Semih Kaplanoğlu’nu) İlaç olarak saklanan beyaz unu eczacıdan alır, Hitler’e sıkı sıkıya bağlı büyükbabasından biraz şeker, sonraki uğradığında artık hayatta olmayan (Hitler yenilgisiyle canına kıymıştır) büyükbabasından tereyağı almayı başarır. Yerel bir balıkçının foku tuzağa düşürmesine yardım eder, tavşan avlar, hatta onu deşer, gelgitle mücadele eder ve orada bizi bir irkilme, gerilim ve ikilemin içinde bırakır, Nanning de tüm bu yıkımların arasında kaybolup gidecek midir?
Nanning’in arkadaşı Hermann’la evdeki kütüphanenin önünde durduğu bir sahne var, kütüphanedeki kitapların çoğunu babası tarafından Alman ırkının üstünlüğü ve Hitler’e sadıklığı öznelinde yazılmış. Sınırlı sayıda kitabın olduğu yıllar, o da bir garip hissettiriyor. Nanning Hermann’a Herman Melville imzalı Moby Dick kitabını veriyor okuması için. Sonra çocuklar kitap hakkında konuşur. Hermann hırslı balıkçı Ahab’ı Hitler’e benzetir, batıp giden gemisi Almanya’dır, balina da Tanrı’dır onun gözünde. Nanning yine öğretilerinin dışında farklı bir bakış açısıyla karşılaşıyor ve davaya olan inancını sorguluyor, etrafına baktığında da kendi ailesi dışında Hitler’in felsefesini benimseyen çok az insan olduğunu fark ediyor adada! Farklı görüşlerdeki insanlarla girdiği etkileşim, ailenin geçmişi ve babasının uyguladığı şiddetin açığa çıkmaya başladığını fark ediyor, tıpkı adada sular çekildiğinde ortaya çıkan derin bir boşluk gibi!
Akın, bir yerde Rob Reiner imzalı "Stand By Me" filminin kendisine referans olduğundan bahsediyor, bir çocuğun gözünden anlatılması zaten bunu açık ediyor ve filmin sonunda da bunu kullanıyor. Çocukların dünyası dünyanın bulanmış olduğu kötülükle değil, içlerindeki minik yol bulma pusulalarıyla yol aldıkça birbirlerini anlamaları daha kolay oluyor. Nanning’in ellerine bırakılan bir kolye bu pusulanın doğruyu gösterdiği, iyilikle uzandığı yolu göstermesi açısından vurucu oluyor.
Filmin başka bir etkileyici yanı da görüntü yönetmeni Karl Walter’ın ellerinde bir tuvali andıran kuzey denizindeki adanın acı ve tatlı anılara eşlik eden yapısını ortaya çıkaran, tüm figürlere rağmen asla romantikleştirmediği bir alanı koruyor ve kuruyor. Deniz mi, kara mı yoksa sahil mi? Hayvanların çiftleştiği bir alanı yaratırken aynı zamanda yok edici bir bataklık atmosferi de sunuyor ve her şeyiyle bir çocuğun yaşayabileceği dayanıklılık testi algısı yaratıyor, bir nevi minyatür dünya algısı! Hepsini o kadar kısa zaman içerisinde yaşıyor Nanning, en önemlisi de çok sevdiklerinin düştüğü ve kendisinin de içine sürüklendiği yanılgının keşfini!
Akın bizi tarihi bir dramayla boğmuyor, aksine güçlü görsellerle uçsuz bucaksız bir arenada, sessiz ve şiirsel bir büyüme ve algılama hikayesiyle baş başa bırakıyor, Akın’ın olduğu kadar Hark Bohm’un el yazısıyla yazdığı senaryosunun da gücü! "Amrum" savaşların bitip barış geldiğinde çocukların hafızalarında oluşan git gelleri, yollarını bulma hikayelerini, içgüdülerinin onu erdemli bir yola sokup sokmayacağını sessiz ve düşündüren bir tonda sunuyor ve geriye Nanning’in içten bir gülüşü kalıyor!