2025’te televizyon dünyası her zamanki kadar rekabetçi olsa da izleyicileri bambaşka yerlere taşıyan güçlü hikâyeler öne çıktı. Dijital platformlardan gelen yeni yapımlar da, klasik televizyon dizileri de bizi farklı zamanlara, alternatif evrenlere götürdü ya da gündelik hayatımıza yeni bir gözle bakmamızı sağladı. Kimi diziler gizem, fantezi ve kaçış vaat ederek günlük rutinden uzaklaştırdı; kimileri ise toplumun hâlâ çözmeye çalıştığı meseleleri doğrudan yüzeye çıkardı. Bu yüzden, ister iyi bir yıl geçirmiş olalım ister zorluklarla mücadele etmiş olalım, televizyon 2025 boyunca sığınağımız ve ödülümüz oldu.
Bu geniş içerik yelpazesi arasından, yılın en iyi 10 dizisini belirledik. Ortaya çıkan seçki; animasyon ve canlı aksiyon, true crime ve talk show, acil servis dramları ve uzak galaksiler gibi tamamen farklı türleri bir araya getiriyor. Tür ne olursa olsun listedeki her yapım, diğer diziler arasından sıyrılarak kendine yer açmayı başardı.
Adolescence
Netflix
Dört bölümlük bu Netflix mini dizisi, sadece dört saat içinde öylesine çok karakteri odağına alıyor ki… Stephen Graham’ın canlandırdığı yıkılmış baba; Ashley Walters’ın hayat verdiği, karizmatik ama kafası karışık başkomiser; ve Erin Doherty’nin yorumladığı, mesafeli ve profesyonel görünmesine rağmen tek bir danışan yüzünden altüst olan psikolog. Ama hepsinin önüne geçen kişi genç oyuncu Owen Cooper. Jamie rolündeki bu taptaze yüz, korkunç bir suç işleyen ama bunun ağırlığını tam olarak kavrayamadığı hissini veren bir çocuğu inanılmaz bir doğrulukla canlandırıyor.
Dizinin tek plan bölümleri sizi içine çekmeye başladığında, "Adolescence"in büyüsünün şurada yattığını fark ediyorsunuz: Tam bir kâbusu (çocuğunuzun, kimsenin tam olarak anlamadığı bir nedenle sınıf arkadaşını öldürdüğünü düşünün!) bile bir “ne olur bir bölüm daha izleyeyim” hissine dönüştürüyor. Dizi sonradan yetişkinlerle gençler arasında internetin tehlikeleri üzerine konuşma başlatan bir eğitim aracına dönüşmüş olsa da, aslında didaktik bir yapısı yok. Jamie’nin ailesi gibi, biz izleyiciler de onun neden yaptığını asla tam olarak öğrenemiyoruz.
The Pitt
HBO
NBC’nin fenomen tıp draması "ER" ekrana veda ettikten on beş yıl sonra, dizinin kilit isimleri (yapımcı John Wells, yazar R. Scott Gemmill ve başrol oyuncusu Noah Wyle) acil servis dünyasının kaotik temposuna yeniden dönme zamanının geldiğine karar verdi. Böylece "The Pitt" ortaya çıktı; ancak bu yeni yapım, selefinden birkaç önemli açıdan farklılaşıyor. En belirgin fark, hikâyenin Pittsburgh’da geçmesi ve tüm sezonun tek bir acil servis vardiyası boyunca yaşananları anlatması. Her bölüm, bu imkânsız derecede stresli iş gününün art arda gelen bir saatini kapsıyor.
Ancak dizinin başarısının ardındaki sihir yalnızca bu özgün formatta değil. "The Pitt", karakterleriyle de büyük övgü topladı: Pittsburgh Travma Tıp Merkezi’nde ilk gününü yaşayan acemi asistanlar ve öğrencilerden oluşan kalabalık kadro, hepsinin başında ise COVID döneminin yükleriyle boğuşan, sevilen kıdemli hekim Dr. Robby (Wyle) bulunuyor.
Dizinin gerçekçiliği özellikle dikkat çekiyor. Sağlık sisteminin sert gerçeklerini perdelemeden anlatıyor: Tıbbi anomaliler, yorucu vakalar ve ne yazık ki hepimizin aşina olduğu toplu saldırı gibi travmatik olaylara verilen tepkiler… Bu nedenle "The Pitt" zaman zaman seyretmesi zor bir yapım; ama olması gereken de bu. Dizi, acil servis çalışanlarının "ER"ın son bölümünden bu yana karşı karşıya kaldığı ağırlaşan sorunları görünür kılmayı hedefliyor. Neyse ki senaristler, bu yoğun duygusal yükün içine küçük dozlarda ilişki dramı serperek izleyiciyi gün sonunda neler olacağını merak etmeye devam ettiriyor.
The Studio
Apple TV+
Bu sonbaharda "The Studio", bir komedi için (hem de ilk sezonunda) şimdiye kadar görülmemiş bir başarıya imza atarak 13 Emmy kazandığında, ortaya çıkan alaycı yorum şuydu: “Hollywood yine kendisi hakkında yapılan bir işi ödüllendiriyor; tıpkı Argo veya The Artist’te olduğu gibi.”
Ancak Seth Rogen’ın ortak yaratıcısı olduğu, başrolünü üstlendiği ve zaman zaman yönettiği "The Studio", adı geçen filmlerdeki gibi Hollywood’a yazılmış bir aşk mektubu olmaktan çok uzak; hatta bir mektup ise mürekkebi kesinlikle zehirli bir kalemden çıkmış.
Daha doğrusu dizi, Robert Altman’ın 1992 tarihli hicvi "The Player"ın ruhani bir devamı niteliğinde. Bryan Cranston’ın canlandırdığı yaşlı ve yıpranmış stüdyo yöneticisinin, o filmde Tim Robbins’in oynadığı prensipsiz genç stüdyo yöneticisiyle aynı ismi taşıması bile bunun göstergesi. Dizi, Altman’ın filmlerine özgü o zekice, içeriden bakan, sektörün kendisiyle dalga geçen tavrı ve uzun plan sekanslarıyla dolu. Eğer cringe komediye dayanıklı değilseniz, bu dizi sizin için olmayabilir. Ama geri kalanımız için… Saatlerce anlatılabilir.
Andor
Disney
Disney’in şimdiye kadarki en “yetişkin” Star Wars projesi olan "Andor"un Tony Gilroy imzalı müthiş ilk sezonu, diziyi tüm zamanların en iyi televizyon yapımlarından biri olarak konumlandırmaya yetmişti. Zorunlu Star Wars unsurlarının biraz daha ağır bastığı ikinci ve final sezonu ise buna çok yakın bir seviyede.
Bir isyancının nasıl doğduğunu ve bir devrimin nasıl yeşerdiğini anlatan bu heyecan verici, yürek burkan hikâye, içinde yaşadığımız politik döneme yalnızca tematik olarak uymuyor; aynı zamanda özü itibarıyla evrensel ve insani. Tarih boyunca yaşanmış olaylardan ve toplumsal hareketlerden beslenerek, umudu koruyarak iyi olan için mücadele etme çabasını kusursuzca yakalıyor.
Daha önce hiç böyle bir Star Wars dizisi yapılmadı; büyük olasılıkla bir daha da yapılmayacak.
Pluribus
Apple TV
Arka arkaya "Breaking Bad" ve "Better Call Saul" gibi iki televizyon klasiği yarattıktan sonra, Vince Gilligan bir sonraki projesi için istediği her şeyi yapabilecek bir konuma gelmişti. "Pluribus"", hem Gilligan için büyük bir yön değişikliği hem de tuhaf bir şekilde onun kariyeriyle tamamen uyumlu bir iş.
Gilligan hâlâ Albuquerque’de çalışıyor; Amerika’nın güneybatısının dramatik manzaralarından ve sonsuz gökyüzünden faydalanıyor. Yine, "Better Call Saul"ün ahlaki omurgası ve sarsılmaz kahramanı olan ilham perisi Rhea Seehorn ile çalışıyor. Ancak bu kez Seehorn’un karakterini bir hukuk çıkmazını çözmeye çalışırken değil, aynı kararlılığı dünyayı kurtarmaya adarken izliyoruz.
Ya da en azından yazar Carol Sturka, insanlığın geri kalanı aniden tek bir bilince dönüşünce kendisinin bunu yaptığını düşünüyor. Peki ya dünya aslında bu yeni hâliyle daha iyi bir yere dönüştüyse? Ve sorun Carol’ın kendisiyse? Dizi tam da bu kışkırtıcı soruyu soruyor; devasa bir fikri, tek bir bireyin içsel mücadelesine odaklanan sakin tempolu bir sezonla dengeliyor.
Dying for Sex
FX
Ölümcül kanser ne çekici ne de komik bir konudur; yine de aynı adlı anı niteliğindeki podcast’ten uyarlanan bu FX mini dizisi, bir kadının son günlerini anlatırken her ikisi olmayı da başarıyor. Michelle Williams, aldığı teşhisin ardından kocasını terk edip erotik bir maceraya atılan Molly’ye hayat veriyor. Molly’nin fetiş dünyasını keşfetmesi ve Rob Delaney’nin canlandırdığı yakışıklı, isimsiz komşusuyla yaşadığı yakınlaşma elbette izleyicinin ilgisini çekiyor.
Ancak dizinin ikinci yarısı, Molly ile en yakın arkadaşı Nikki’yle (Jenny Slate) birbirlerine bağımlı ilişkisine daha derin bir yer ayırıyor. Nikki, Molly’nin sona yaklaştığı bu dönemde bakım yükünü omuzlarken, aralarındaki platonik bağ da Molly’nin yaşadığı tüm cinsel deneyimler kadar önem kazanıyor. Çünkü Molly, bedeni ona ihanet ederken bu deneyimlerle hâlâ kendi hayatı üzerinde bir irade kullanabildiğini hissediyor.
“Dying for Sex”, kayıptan bağ kurmaya kadar hayatın en evrensel deneyimlerini içeriyor; fakat bunu yaparken tamamen kendine özgü, benzersiz bir anlatı yaratmayı başarıyor.
Severance
Apple TV
Üç uzun yılın ardından "Severance" sonunda ekranlara döndü. Ve rahatlıkla söyleyebilirim: Beklediğimize değmiş. Dan Erickson’ın distopik işyeri gerilim dizisinin ikinci sezonu, ilk sezonun sınırlarını aşarak Lumon Industries’in hem ofis içinde hem de dışında yer alan soğuk ve tuhaf evrenini daha da genişletiyor. Dizi başlangıçta iş hayatının tekdüzeliği ve şirket sahiplerinin emek sömürüsü üzerine bir yorum gibi görünse de artık “ayrıştırılmış” çalışanlarının iç ve dış yaşamlarını keşfederken çok daha derin bir meseleye -kişilik ve benlik kavramına- odaklanıyor.
Sezonun merkezindeki bu çetin ahlaki sorgulama; olağanüstü oyunculuklar, nefes kesici görüntü yönetimi, öne çıkan deneysel bir bölüm ve adrenalin yükselten bir sezon finaliyle iyice parlıyor. Elbette hâlâ çözülmemiş pek çok gizem var ama bu sezon izleyiciye dizinin nereye gittiğini daha da merak ettirdi.
It: Welcome to Derry
HBO
Bill Skarsgård’ın hayat verdiği Pennywise’ın gerçekten ürkütücü bir köken hikâyesi olan "It: Welcome to Derry", şaşırtıcı derecede katmanlı ve duygusal bir yapım. 1962 yılında, Maine’in Derry kasabasında geçen dizi, küçük bir çocuğun şok edici kaybolmasıyla açılıyor. Bu olayın ardından izleyici, gerçekte neler yaşandığını ortaya çıkarmakta kararlı olan bir grup okul öğrencisiyle (orijinal “Losers Club”ın genç versiyonuyla) tanışıyor.
Ancak hikâye yalnızca yüzeyde duran bir korku anlatısından ibaret değil. "It: Welcome to Derry", Soğuk Savaş paranoyasını, ırkçılığın dehşetini, istismar ve psikolojik travmayı ustaca örerken, tüm bölümlere ince ince işlenmiş bir korku duygusu eşlik ediyor. Dizinin odağı yalnızca dehşet saçan palyaço değil; aynı zamanda insanların birbirlerine karşı ne kadar acımasız olabileceğini de gözler önüne seriyor.
Paradise
Hulu
Karanlık bir politik gerilim olan "Paradise", “This Is Us”tan sonra Dan Fogelman’ın zaman, mekân ve sırları senaryoda nasıl ustalıkla bükebildiğini bir kez daha kanıtlıyor. Dizi, Başkan Cal Bradford’un (James Marsden) kendi koruması altındayken öldürülmesiyle korkunç bir komplonun ortasında kalan Gizli Servis ajanı Xavier Collins’i (Sterling K. Brown) takip ediyor. Ancak "Paradise", Beyaz Saray’da gerçekleşen bir suikasttan çok daha fazlası; dizi, alışılmadık kurgusuyla bu gizemli cinayet hikâyesine ürpertici yeni bir katman ekleyen bambaşka bir dünya kuruyor.
Özellikle 7. bölüm, hem Sterling K. Brown hem de James Marsden’ın parladığı, ihanetlerle örülü ve aslında kendi gerçekliğimizden sandığımız kadar uzak olmayan bir evren sunarak sezonun asıl öne çıkan anı oluyor.
The Chair Company
HBO
Tim Robinson’ın ilk kurgusal dizisi, şimdiye kadar yaptığı her şeyden daha uzun, daha yorucu ve tam da bu nedenle çok daha iyi. Banliyöde yaşayan Ron Trosper, güzel bir eşe, uyumlu iki çocuğa ve sağlam bir ofis işine sahip biri olarak, önceki kuşakların “Amerikan rüyası” dediği şeye ulaşmış gibi görünüyor. Sorun şu ki Ron, modern versiyonu istiyor: Başarılı bir girişimci olarak görülmek ya da en azından tüm şirketin önünde düşüp kendini rezil ederek kalan son özgüven kırıntılarını kaybetmemek.
Ron, “sandalye olayı” dediği bu düşüşün ancak karmaşık bir komplo ile açıklanabileceğine inanıyor. Dizinin dahice yanı, Ron’un bu paranoyasını haklı çıkarıyor olması; üstelik komplo Ron’un sandığından hem çok daha büyük hem de çok daha tuhaf.
Dizi sondan bir önceki bölümde her şeyi toparlıyor gibi görünürken finalde çılgın bir yöne savruluyor. Bu da baştan beri hissettirilen David Lynch etkisinin tesadüf olmadığını ve Ron’un düşmanlarının sadece şeytani değil, belki de doğaüstü olabileceğini gösteriyor. Çoktan ikinci sezonu onaylanan dizinin nereye gideceğini kestirmek imkânsız. Ve belki de onu bu kadar iyi yapan şey tam olarak bu.