Hesabım
    Küçük Adamlar
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Küçük Adamlar
    Yazar: Murat Özer

    Sinema sanatının ‘anı değiştirme’ gücüne hayran bir yönetmen Ira Sachs ve bunun sözde kalmasına izin vermeyip filmlerine yansıtmayı da başarıyor. Geçen yılın başlarında Türkiye’de ‘sancılı’ bir gösterime girme süreci yaşayarak karşımıza gelen önceki filmi “Aşk Başkadır”la (Love Is Strange) takdirimizi kazanan sinemacı, yeni filmi “Küçük Adamlar”la (Little Men) da istikrarını sürdürüyor.

    Evrimin insan üzerindeki etkisinin çok da ‘büyük’ olmadığını kanıtlayan bir film “Küçük Adamlar”. İnsanoğlunun ‘vahşi’ içgüdülerinin koşullardan bağımsız bir şekilde hareket ettiğini, ‘vicdan’ın aldığı pozisyonun pek de ehemmiyet kazanmadığını belgeliyor bir yandan da. Sınıfsal temelde ezberlenen ‘kıyıcılık’ refleksinin hiç de ayak diremeden devreye girdiği bir resmin üzerinde yapılanıyor bu film.

    Nasıl olduğunu sormayın, sınıfsal ayrımın netleştiği iki aileyi bir araya ve karşı karşıya getiriyor “Küçük Adamlar”. Buradaki ‘küçük adamlar’sa iki ailenin oğulları. Ebeveynler arasında süregelen psikolojik savaşın yarattığı yıkımdan onlar etkileniyor daha çok, hatta sadece onlar etkileniyor bile diyebiliriz. ‘Para’nın hüküm sürdüğü kapitalist sistemin insanları nasıl kolayca yönlendirebildiğini gördüğümüz hikâyede, oğulların saflığından nemalanamıyor ebeveynler ve ‘sahte vicdan gösterileri’nden öteye gidemeyen bir rotanın takipçisi oluyorlar. Özellikle de burjuvazi ahlâkını net biçimde gözlemlediğimiz bu resim, hayatların ‘paraya teslimiyet’ temelli doğasını iyice aşağılara çekiyor.

    İki çocuğun büyüklerin dünyasındaki itiş kakıştan bağımsız süregiden dostlukları ise kirlenmemişliğin kitabını yazar kıvamda filmde. Sınıfsal uçurumun hiçbir öneminin olmadığı bu dostluk, yitip giden insanlık için hâlâ ‘umut’ beslenebileceğini işaret ediyor. Ancak, bu umudun pek de ‘gerçekçi’ temellerinin olmadığını, ‘hayalpereset’ bir düzlemde hareket ettiğini de söylemek lazım. Özellikle finalde umudun taç çizgisini geçtiğine şahit oluyor, iki çocuğun yazgılarının hiçbir zaman değişemeyeceğini acı biçimde idrak ediyoruz.

    Sahteliğin insan ruhuna yapışmış olması da “Küçük Adamlar”da netleşen unsurlardan. Ira Sachs, hem oraya hem de buraya yaranmak gibi ‘karaktersiz’ bir yapı kurmak yerine, inandığı açık olan ‘omurgasızlık’ın tepesine biniyor filminde. ‘Burjuvazinin gizli çekiciliği’ne kendini kaptırmış bireylerin, vicdanlarının sesini dinler gibi yapıp alt sınıfın sırtına basarak yükselme eğilimlerini açık seçik gösteriyor. Yumuşak tonuna aldanmayın filmin, yönetmenin bu yumuşaklığın altında yatan bir ‘öfke’si olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.

    ‘Ezilenlerin sesi’ olmak gibi ulvî bir amacı da yok aslında Ira Sachs’ın. Filmin hiçbir anında kontrolü kaybetmiyor bu anlamda, her iki kanada da yeterli alanı açıyor, kendilerini aklayabilmeleri için. Bunu değerlendiremeyeceklerini de biliyor, insanlık tarihinden bugüne akan ‘bilgi’nin ışığında. Sınıflar arasında geçişler olabileceğini de biliyor, belki bunu ‘olumlu’ya çevirebilecek hamleler arıyor, ama ezberlenenlerin baskısını hissettiğinde yelkenleri indirmek zorunda kalıyor, teslim oluyor.

    Vaaz vermekten uzak bir film “Küçük Adamlar”. İki çocuğu ‘özne’ olarak kullanırken, büyük cümleler sarf edip işin tadını kaçırmıyor. Onların önyargısızlığına sırtını dayıyor daha çok. İlerleyen yaşlarda ruhlarını teslim alacak olan ‘önyargı cehennemi’ni henüz tatmamış olmalarını avantaja çeviriyor, bize de bu çerçevede bir şeyler söylemenin hesabını yapıyor. Ancak bizler zaten ilerlemiş yaşlarda olduğumuz için geçici bir ‘ders’ alıyoruz bu hikâyeden, kalıcı bir etkinin olanaksızlığına çarpıp un ufak oluyoruz. Bu da umut beslemenin beyhudeliğine inandırıyor bizi, bir adım öteye taşıyamıyor kirli ruhumuzu, arındıramıyor hayatımızın pasından.

    İzlerken ‘hoş kokular’ alıyoruz “Küçük Adamlar”dan, tıpkı François Ozon filmlerinde olduğu gibi. Ancak gene Ozon filmlerindeki gibi, bu hoş kokuların etkisinin geçiciliği basıyor üzerimize, duyguların ayakta kalmasından dem vuramaz hale geliyoruz. Ira Sachs’ı ‘Amerikalı François Ozon’ diye de nitelemek mümkün bu minvalde. Avrupalı meslektaşı gibi, ele aldığı meselenin içini ‘güzellik’le dolduruyor, ama bu güzelliği harabeye çevirmeyi de biliyor. Daha doğrusu harabeye döneceğini öngörüyor ve yanılmıyor.

    Yanılma payı yok mu Ira Sachs’ın önermesinin? Tabii ki var, ama istisnaların kaideyi bozmayacağını o da biliyor, biz de. Ütopik bir resmin arkasına saklanmak yerine gerçekle yüzleştiriyor izleyiciyi. İzleyici de filmin ‘iyicil’ tonunu nazikçe kokluyor, ama içine çekip sindiremiyor. Çünkü yönetmenin buna izin vermek gibi bir niyeti yok. ‘Kötücül’ dünyanın ayak seslerinin kısılamayacağı bilgisiyle donanmış durumda ve bu bilginin emrettikleriyle tam isabet sağlıyor, vuruyor bizi can evimizden.

    Oyuncuların da hakkını teslim etmek lazım, ki özellikle de iki ufaklığın heyecanlarından etkilenmemek olanaksız. “Venedik’te Ölüm”ün (Morte a Venezia) Tadzio’sunu hatırlatan Theo Taplitz ve küçük Robert De Niro gibi duran Michael Barbieri’nin filme kattıkları yadsınamayacak değerde. Tabii ki müthiş “Gloria”mız Paulina García da bir kez daha ‘mükemmellik’ dersi veriyor burada. Greg Kinnear ve Jennifer Ehle isimleri de burjuvazinin çöküşünü tutarlı performanslarla yansıtmayı başarıyorlar. Böylesi iyi tercihler, Ira Sachs’ın da şansı oluyor filmde.

    Rahatınızı bozacak bir film değil “Küçük Adamlar”, merak etmeyin! Alttan alta enjekte ettiği ‘umutsuzluk’, o kadar da paralamayacak sizi. ‘Bozuk düzen’ karşısında takındığınız ‘tepkisizlik’ koruyacak kirlenmişliğinizi, kabuğunuzun içinde kalmanızı sağlayacak. Öğretilenden, daha doğrusu ezberlenenden şaşmayacak, sıkı sıkıya sarılacaksınız ‘sahte mutluluk’ tiratlarına. Belki hayatınızın son deminde geriye dönüp baktığınızda aklınıza gelecek, iş işten geçtikten sonra...

    Uzlaşmak, uçup giden hayatlarımızda çok sıkça başvurduğumuz bir yöntem. Evet, kimi zaman gerekli bu ve bizi bir yere getiriyor insan olarak, ama çoğu zaman da uzlaşır gibi görünüp ‘dikte’ ediyoruz fikrimizi muhataplarımıza. “Küçük Adamlar”, dikte etmeden söylüyor söyleyeceğini, ikna edip etmeme gibi bir kaygısı yok. Uzlaşı aramıyor, bir ‘hap’ tercihi yapmanızı da istemiyor, gelişine vuruyor hayata ve insanlığa.

    ‘Müsebbib’ aramayı alışkanlık haline getirmiş insanoğlu, kendi günahlarına da müsebbib arıyor, aynaya bakmak yerine. Ira Sachs’ın niyeti, biraz da aynaya baktırmak aslında. “Ben hariç herkes günahkâr” ısrarının bizi bir yere götüremeyeceğini, ‘aldatılma’ ya da ‘kandırılma’ gibi mazeretlerin geçersizliğini işaret ediyor. Kalan insanlık kırıntılarımızı koruyabilmenin anahtarını, ‘canavarlaşma’nın önüne geçebilecek formülü veriyor bir bakıma... Kendince tabii...

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top