Aslında İspanyol bir yerel kanal için çekilen ve ilk yayımlandığında çok da büyük bir etki yaratmayan La Casa de Papel, Netflix'in uluslararası haklarını alıp yeni bir kurguyla izleyiciye sunmasıyla küresel bir sansasyona dönüşmüştü. Bu durum, iyi bir senaryonun doğru platformla buluştuğunda neler başarabileceğinin en güzel örneği.
Dizinin en büyük başarısı, o soygunun yüzeysel konusunu, Álex Pina'nın zekice kaleme aldığı kurguyla derinleştirmesi. Bunu yaparken de üç temel unsur kullanıyor:
Dizi, lineer bir anlatıdan çok, sürekli geçmişe ve anlık olaylara atlayarak karakterlerin motivasyonlarını, aralarındaki bağları ve soygunun her bir adımını derinlemesine işliyor. Bu durum, hikayenin sürekli taze kalmasını ve izleyicinin merakını canlı tutmasını sağlıyor.
Diziyi sadece bir soygun hikayesi olmaktan çıkaran en önemli şey, Profesör, Tokyo, Berlin gibi her biri kendine özgü ve derin psikolojik katmanlara sahip karakterler. İzleyici, polislerden çok bu soyguncularla bağ kuruyor ve onların başarısız olmasını istemiyor. Dizi, ahlaki gri alanları ustaca kullanarak, suçluları kahramana dönüştürüyor.
Her bölümü bir "cliffhanger" ile bitiren dizi, temposuyla izleyiciyi adeta nefes almaya fırsat bırakmıyor. O meşhur kırmızı tulumlar, Dali maskeleri ve "Bella Ciao" marşı gibi güçlü semboller, dizinin küresel bir popüler kültür ikonuna dönüşmesinde büyük rol oynuyor.
La Casa de Papel, basit bir fikri alıp, zeki bir kurgu, güçlü karakterler ve kusursuz bir tempoyla nasıl bir başyapıta dönüştürüleceğinin kanıtı. Kesinlikle izleme listenizde üst sıralarda olmayı hak ediyor.