Avatar Jake Aynı Savaşı Üçüncü Kez Veriyor
Yazar: Murat Tolga ŞenEn son ne zaman 3D Film izlediğimi hatırlamıyorum, ilk Avatar filmiyle coşan bu teknoloji zamanla terkedildi ve yine Avatar’dan ibaret hale geldi. O yüzden şunu demek yanlış olmaz; James Cameron’ın bize bahşettiği 3D gözlükleri takarak Kadıköy’den Pandora’ya üçüncü kez ışınlandık!
Avatar'ın seyirciyi Pandora'nın ormanlarında yaşayan Na'vi halkıyla tanıştırmasının üzerinden tam 16 yıl geçti. Cameron’ın tutkusu eninde sonunda macerayı sulu ortamlara taşıyacaktı, o filmden bu yana da 3 yıl geçti. Dünyayı kuran ilk film ile okyanusları keşfeden ikinci film arasındaki o devasa 13 yıllık boşluk, film sihirbazlığının gelişmesine olanak sağlamış, izleyiciler 2022'de bu maceraya taze bir heyecanla dönmüştü ancak ikinci film hala hafızamda bu kadar canlı yankılanırken, bu filmin üç buçuk saati bulan süresi boyunca hayranlık duygumun yavaş yavaş dağıldığını hissettim.
Disney
Hikaye tarafında sıra "Kül İnsanları" (Ash People) olarak bilinen dağ Na'vi halkıyla tanışmaya geldi. Kabileleri volkanik patlamalarla yok edilen, tanrıçaları Eywa'nın bile acılarını hafifletmek için parmağını kıpırdatmadığı bir felakete kurban giden bir halk bu. Öfkeli, saldırgan ve Pandora'nın alçak bölgelerindeki kabilelerin aksine teknolojiyi benimsemeye istekliler. Bu durum, eski bir insan düşmanı olan Miles Quaritch (Stephen Lang) için de bulunmaz bir fırsat sunuyor. Ancak kağıt üzerinde heyecan verici duran bu "teknoloji seven yerli" fikri, pratikte sadece dekoru değiştirmişiz hissi yaratıyor. Göz kamaştırıcı aksiyon hiç durmaksızın devam ediyor ancak aynı zamanda oldukça tekrarlayıcı hale geliyor.
Hikaye oldukça sıradan ve bana göre Avatar serisinin sonunda ipini çekecek olan da bu. James Cameron hikaye bulma-geliştirme ve dönüştürme işinde iyidir ama bu maharetini Avatar’da kullanmıyor. Cameron şunu yapar: Elinde zaten mükemmel bir klasik varsa ve onu daha fazla mükemmelleştiremiyorsa çekirdek fikri değiştirir. Klostrofobik korku deneyimini (Alien), genişleyen bir aksiyon gerilimine (Aliens) dönüştürdü. İnsanlığı yok etmeye gelen makineyi (Terminator), onu korumaya gelen makineye (T2) çevirdi ama Avatar’da her şey sabit. Üç bölüm ve toplamda dokuz saati aşan bir serinin ardından, Miles Quaritch (Stephen Lang) liderliğindeki Dünya'nın sömürgecileri ile Jake Sully (Sam Worthington) ve Neytiri (Zoe Saldaña) liderliğindeki Pandora yerlileri arasındaki savaş o kadar tekrarlayıcı hale geldi ki, James Cameron'ın elinde hala iki bölüm daha olduğunu düşünmek gerçekten şaşırtıcı.
Açık konuşmak gerekirse; bu macera bırakın sinemaya bir yenilik getirmeyi, ikinci filmin neredeyse kopyası gibi duruyor. Aynı iyiler, aynı kötüler, aynı bitmek bilmeyen kovalamaca... Cameron, elindeki teknolojik oyuncağı o kadar seviyor ki, hikaye anlatıcılığını bu oyuncağın gölgesinde bırakmaktan çekinmiyor.
Filmi keyifle izledim. Evet, yalan yok. Cameron’ın kurduğu felsefeyi, doğa ile kurulan o mistik bağı, aidiyet ve kolektif bilinç gibi meseleleri seviyorum ama filmdeki her şey artık fazlasıyla, hatta rahatsız edici derecede tanıdık. Senaryo matematiği; kutsal metin referansları, dışlanma ve kabul görme anlatısı, "aile olmak" ve "ulus inşası" gibi temalarla dolu ancak bu sefer altı o kadar kalın çizilmiş, mesajlar o kadar kör göze parmak sokulmuş ki, hikaye derinlikten ziyade didaktik bir kamu spotuna dönüşmüş. Sanki karşımızda yetişkin bir bilim kurgu değil de, 13 yaşındaki bir seyircinin arada mısır yerken rahatça anlayacağı, zihni yormayan, basitleştirilmiş bir fabl var.
James Cameron’ın sineması teknik anlamda yine zirvede, görsel dünyası kusursuz ancak bu kusursuzluk bir noktada yabancılaşma yaratıyor. Bazen kendimi bir filmden ziyade, ultra yüksek bütçeli, bitmek bilmeyen bir oyun sinematiği izler gibi hissettim. Yanlış anlaşılmasın, oyun sinematiklerini severim, Diablo serisinin sinematiklerine özel bir ilgim vardır, o kısa videolarda bile bazen sağlam bir dramatik yapı, karanlık bir ruh yakalarsınız. Bu deneyim beni daha çok Amiga zamanlarında demo gruplarının yaptığı sınırları zorlayan işlere götürdü. Onları da büyük bir ilgiyle takip ederdim ama amaçları hikaye anlatmak değil, donanımın sınırlarını göstermekti. "Avatar: Ateş ve Kül" de tam olarak bu hissi veriyor: Muazzam bir teknoloji demosu.
Filmde barışsever yaratıkların şiddete başvurması için son derece zayıf nedenler bulunmuş, üstelik bu şiddeti uygulamaya fazlasıyla muktedirler. O huzur dolu, devasa Tulkunlar bile katliama katılıyor. Jake, Cameron'ın gökyüzü, deniz ve karada geçen savaşı için bir kez daha alev alev yanan kırmızı banshee'sine biniyor. Bu hem insanlar hem de Pandoranlar için büyük bir katliam! İşin ilginç yanı, izleyici de bundan zevk alabiliyor çünkü Jake ve arkadaşları önce diyalogla direniyor, sonra da eyleme geçiyorlar. Bu "önce konuş, sonra yok et" formülü. Her şey çok Amerikalı!
Finale yaklaşırken, bu filmde hani şu Yüzüklerin Efendisi’nde sorulan hayran sorusuna (Neden kartallara binip gitmediler) yol açacak bir fikir var. Sürprizbozan (spoiler) vermemek adına detaya girmeyeceğim ama insan filmin belli noktalarında şu soruyu sormadan edemiyor: "Madem bu yapılabiliyordu, o zaman bunca dram niye yaşandı?" Bu, sadece bu filmi değil, serinin kendi geçmişini de anlamsızlaştıran talihsiz bir tercih. Finalin yine ucu açık. Çizgi roman mantığı devrede: Kötüler yeniliyor ama asla ölmüyor. Çünkü geri gelmeleri gerekiyor!
Yazdıklarım sizi soğutmasın, Avatar’ı bulabildiğiniz en parlak ve en büyük perdede izleyin. Kadıköy kalabalığından üç saatliğine de olsa Pandora’ya ışınlanmak harika bir deneyimdi ama salondan çıkarken kendime sordum: Bu filmden sonra dördüncüyü de aynı heyecanla bekliyor muyum? Dürüst olayım: Hayır. Olmasa da olur. Hatta belki olmaması, bu efsanenin daha fazla sulandırılmaması adına daha iyi olur. Pandora'da dolaşmak keyifli ama bir noktadan sonra görsel ihtişam bile hikâyenin yerini dolduramıyor.