2025’in İlk Yarısından En İyi Diziler!

2025 yılının ilk yarısında ekrana damga vuran 15 unutulmaz diziyi bir araya getirdik...

BBC

Televizyon ekranları kimi zaman geçmişe ışınlayan bir nostalji makinesi, kimi zaman ilk aşkın heyecanına tanıklık ettiren bir zaman kapsülü… Bazen de günümüzün en karanlık gerçekleriyle yüzleşmemizi sağlayan bir ayna görevi görüyor. 2025’in ilk altı ayında ekrana gelen yapımlar, her tür izleyiciye hitap eden geniş bir yelpaze sundu: Bazı diziler bizi kahkahaya boğdu, bazıları kalbimizi sıkıştırdı; bazıları politik gerçeklerle yüzleştirirken bazıları hayal gücümüzü zorladı.

2025'in ilk yarısını artık ardımızda bırakırken yılın ilk yarısında yayınlanan diziler arasından en beğendiğimiz yapımları sizler için seçtik. Bu listeyi bir sıralama olmaksızın sunuyoruz Listemizde, acil servisten, distopik bir iş yeri ortamına, okul sıralarından, Hollywood'da yaşananların perde arkasına kadar birçok dikkat çekici konuda dizi yer alıyor.

İşte 2025’in ilk yarısında ekranlara damga vuran en iyi diziler…

The Studio

Apple TV+

Hollywood'u hicveden bu dizi öylesine keskin, yerinde ve bazen öylesine absürt ki yılın en komik dizisi olmaya aday. Dizinin ortak yaratıcısı Seth Rogen, başrolde Continental Studios’un yeni başkanı Matt Remick’i canlandırıyor. Sanat filmlerine düşkün olan Remick’in görevi ise Kool-Aid gibi markalara dayanan ticari hit’ler üretmek. Ron Howard, Olivia Wilde ve Zoe Kravitz gibi pek çok oyuncu ve yönetmen dizide kendi imajlarıyla dalga geçerek kısa roller üstleniyor; özellikle Martin Scorsese’nin ilk bölümdeki sahnesi kahkaha garantili.

Dizinin ana oyuncu kadrosu da tam isabet: Ike Barinholtz, Matt’in sağ kolu Sal Saperstein olarak; Catherine O’Hara, eski stüdyo başkanı; Kathryn Hahn ise abartılı kıyafetleri ve yüksek ses tonuyla tanınan tanıtım başkanı rolünde. Golden Globes gecesinden pazarlama toplantılarına kadar bizi Hollywood’un iç yüzüne taşıyan "The Studio", tüm sinema sektörü krizdeyken herkesin aslında ne yaptığını bilmeden yol aldığına işaret ediyor. Endüstri nereye gideceğini bilmiyor olabilir ama bu kamera arkası komedisi kesinlikle izleyicisine büyük bir keyif sunuyor.

The White Lotus

HBO

Kesin olan bir şey var: Mike White’ın zengin tatilcilerin “birinci dünya problemleri”ne dair hicvi, ilk iki sezonuyla hayli beğeni toplamıştı ama üçüncü sezonuyla tam anlamıyla bir kültürel fenomene dönüştü ve reytinglerde büyük bir sıçrama yaşadı. Bu kez dizide yozlaşmış bir finansçı ve ailesi, sürekli çatışan üç kadın arkadaş, intikam peşindeki bir adam ve genç sevgilisi gibi uyumsuz gruplar Tayland’daki bir wellness (bütüncül sağlık) kampına gönderildi — ve her bölüm sonrası internet bu dizinin tartışmalarıyla çalkalandı.

Kimileri bu sezonun fazla yavaş ilerlediğini ve olay ekseninde yeterli ivme sunmadığını öne sürse de, bazı izleyiciler dizinin "Game of Thrones" gibi olay merkezli değil, karakter odaklı bir dram olduğunu ve bu nedenle bu tür otopsilere uygun olmadığını hatırlattı. Bizce mi? Bu sezon hem en karanlık hem de en içe dönük olanıydı ve yine usta işi bir oyuncu kadrosuyla parlıyordu. Parker Posey, Carrie Coon, Aimee Lou Wood ve Patrick Schwarzenegger gibi isimler öne çıksa da ekipte zayıf bir halka yoktu.

Adolescence

Netflix

Bir okulda bir kız öğrenciyi öldürmekle suçlanan 13 yaşındaki bir çocuğu konu alan bu ödünsüz İngiliz dizisinin kültürel bir kırılma noktasına dönüşmesi hiç şaşırtıcı değil. İngiltere Başbakanı Sir Keir Starmer tarafından övgüyle karşılanan, okullarda gösterilmesine izin verilen ve genç erkekler ile sosyal medyanın toksik etkileri üzerine geniş çaplı tartışmalar başlatan bu yapım, toplumsal meseleleri çarpıcı bir drama içinde bireyselleştirerek işliyor.

Dizinin yaratıcılarından Stephen Graham, aynı zamanda başrolde çocuğun babasını canlandırıyor. Graham, oğlunun bir katil olabileceği fikriyle yüzleşmek zorunda kalan bir ebeveynin şokunu ve yasını derin bir şekilde yansıtıyor. Suçlanan çocuğu oynayan Owen Cooper ise şaşırtıcı derecede olgun bir performans sergiliyor; masum görünen duruşu, aniden patlayan öfkesiyle sarsıcı bir hâl alıyor. Ashley Walters da kendi ergen oğlunu anlamakta zorlanan bir dedektif olarak hikâyeyi yalnızca bir ailenin ötesine taşıyor.

Her bölüm, gerçek zamanlı ve tek planda çekilmiş. Philip Barantini bu yöntemi öylesine akıcı kullanıyor ki bir süre sonra izleyici bunu fark etmeden sadece hikâyeye kapılıyor. Sonuçta ise, rahatlatıcı hiçbir çözüm sunmayan ama derin etkiler bırakan bir dram ortaya çıkıyor.

Severance

Apple TV+

Apple TV+, haklı ya da haksız şekilde, dev bütçeler (20 milyar doları aştığı söyleniyor) ayırdığı yıldız oyunculu dizileri pek kimsenin izlemediği bir platform olarak anılıyor. Ancak bu distopik işyeri dramasının ikinci sezonuyla birlikte Apple’ın gerçek bir fenomene dönüştüğü kesinleşti. Bu da “Severance”ın ne kadar tuhaf bir dizi olduğu düşünüldüğünde daha da şaşırtıcı.

Dizinin çıkış noktası oldukça çarpıcı: Karanlık Lumon şirketinin çalışanlarının bilinçleri ikiye ayrılıyor; ofisteki halleri “innie”, dışardaki halleri ise “outie” olarak varlık gösteriyor. Bu yüksek konseptin ötesinde hikâye, sürekli sürrealist sapaklara dalıyor – örneğin ne işe yaradığı belli olmayan “makro veri arıtma” bölümü ya da ofiste dolaşan bir keçi sürüsü gibi absürt detaylarla bezeli.

İkinci sezonun ikinci yarısı ilerledikçe anlatı biraz savrulsa da, finali ilk sezonunki kadar tatmin edici olmasa da, “Severance” her açıdan incelikle hazırlanmış bir yapım olmayı sürdürüyor. Özellikle Britt Lower’ın çift kimlikli performansı öne çıkıyor. Görselliğiyle de hipnotize eden dizi, hâlâ Lumon’da gerçekte neler döndüğüne dair daha fazla cevap bekleyen izleyicilerini üçüncü sezona heyecanla taşıyor.

The Pitt

Max

İlk bakışta sıradan bir hastane dizisi gibi görünebilir, ancak Pittsburgh’daki bir travma merkezinde geçen "The Pitt", tıp dramalarına taze bir soluk getiriyor. Bunu da sağlık çalışanlarının yaşadığı psikolojik baskıya odaklanarak başarıyor.

Başrolde, pandemide kaybettiği akıl hocasını hâlâ unutamayan, tükenmiş ama görevine bağlı bölüm başkanı Dr. Robbie rolünde Noah Wyle var. Oyuncunun performansı sarsıcı. Onun etrafında ise farklı hikâyeler ve özelliklerle şekillenen doktorlar, stajyerler ve öğrenciler bulunuyor: Dahi bir tıp öğrencisini canlandıran Supriya Ganesh, sivri dilli bir intörn olarak Isa Briones ve nöroçeşitliliği sayesinde hastalarıyla daha derin bağlar kurabilen, şefkatli Dr. Mel karakteriyle Taylor Dearden bu kadroya renk katıyor.

Çoğu medikal dizinin aksine "The Pitt", karakterlerin özel hayat dramalarını hikâyenin önüne geçirmiyor. Her bölüm, gerçek zamanlı olarak ilerleyen 15 saatlik bir vardiyada geçiyor. Ölüm kalım mücadelelerinin yoğunluğu, kayıpların yıkıcılığı ve kazanımların hafifletici neşesiyle bölümden bölüme savruluyoruz. Ölüm bu kadar merkezdeyken dizinin kasvetli olmasını beklersiniz, ancak "The Pitt", aksine yaşamla ölüm arasında her gün köprü kuran insanların dirayetiyle izleyiciyi adeta büyülüyor.

Paradise

Disney

Bu dizinin gücünü anlatmak, ilk bölümün sonunda gelen büyük sürprizi açık etmeden oldukça zor. Ancak şunu söylemek mümkün: Başlangıçta klasik bir politik gerilim gibi duran hikâye, o sürprizle birlikte bambaşka bir boyuta evriliyor.

Sterling K. Brown, ABD Başkanı'nın güvenlik şefi rolünde karşımıza çıkıyor. Ancak bir anda patronunun öldürülmesiyle suçlanan kişi hâline geliyor. Cinayetin ötesinde, dünyada bir şeylerin ters gittiği hissi baştan sona izleyicinin peşini bırakmıyor. "This Is Us" dizisinin yaratıcı ismi Dan Fogelman'ın imzasını taşıyan yapım, izleyiciye her bölümde sürprizlerle örülü, katmanlı bir hikâye sunuyor.

Brown’un içsel çalkantılarla boğuşan karakteri ve Julianne Nicholson’ın canlandırdığı karanlık teknoloji milyarderi, dizinin güçlü oyunculuklarını öne çıkarıyor. Özellikle sezonun ilerleyen bölümlerinden biri, öylesine büyük ve çarpıcı temalara değiniyor ki nefes kesici bir etki yaratıyor. Ne yazık ki bu detaylar, henüz izlemeyenlerin heyecanını bozmamak için şimdilik sır olarak kalmalı. İyi haber mi? Dizi şimdiden yeni sezon onayını aldı. Baştan sona zekice örülmüş bir kurgu arayanlar için kaçırılmaması gereken bir yapım.

The Narrow Road to the Deep North

Sony Pictures Television

HBO'nun gençlik dizisi "Euphoria" ile çıkış yapan Jacob Elordi, kariyerindeki projeleri dikkatle seçti — ancak bugüne dek en güçlü performansını, anavatanı Avustralya’ya dönerek üstlendiği bu sarsıcı savaş dramında sergiliyor.

Richard Flanagan’ın Booker Ödüllü romanından uyarlanan yapım, II. Dünya Savaşı’nda görev yapan ordu cerrahı Dorrigo Evans’ın hayatını üç farklı zaman diliminde anlatıyor: Adelaide’deki askerî eğitim dönemi, Tayland ormanlarında esir düştüğü cehennem gibi günler ve yıllar sonra, kariyerinde başarılı ama duygusal olarak hâlâ parçalanmış bir adam olarak sürdürdüğü yaşam. Bu dönemde karaktere usta oyuncu Ciarán Hinds hayat veriyor.

Dizinin yönetmeni Justin Kurzel (Snowtown, The Order) daha önce erkek şiddetini beyazperdeye çarpıcı biçimde taşımış bir isim. Burada da savaşın dehşetini hem görsel hem duygusal düzlemde en çarpıcı hâliyle yansıtmayı başarıyor. Ancak yapım yalnızca vahşeti değil, tutkuyu da aynı özenle işliyor: Elordi’nin canlandırdığı genç Dorrigo ile amcasının eşi Amy arasında filizlenen yasak aşk, Odessa Young’ın etkileyici performansıyla adeta ekranı ateşe veriyor.

Bazı sahnelerdeki sadistçe şiddet, diziyi elbette kolay izlenir kılmıyor — ama bu zorluk, anlatının özünü oluşturuyor. Ve tam da bu yüzden, ortaya konan sanatsal anlatı, izleyicisine sarsıcı bir arınma sunuyor. Savaşın insan ruhunda açtığı yaraları bu kadar şiirsel ve keskin anlatan çok az yapım var.

Your Friends and Neighbors

Apple TV+

Jon Hamm, kariyerinin en incelikli oyunculuklarından birini bu dizide sergiliyor. Zengin bir semtte yaşayan ama ani bir şekilde işini kaybeden fon yöneticisi Coop karakterine hayat veren Hamm, komediyle dramı büyük ustalıkla harmanlıyor. İlk etapta zengin imajını korumak için çevresindekilere yalan söyleyen Coop, zamanla kendisini lüks eşyalar çalarak maddi sorunlarını çözmeye çalışan bir hırsız olarak buluyor.

Dizi, yüzeydeki mizahi tonuna rağmen oldukça derinlikli bir anlatı sunuyor. Coop’un “zengin orta yaşlı erkeklerin sessiz çaresizliği” olarak tarif ettiği hâl, dizinin en güçlü damarını oluşturuyor. Eski eşinden (Amanda Peet) ayrılıp kendi arkadaşlarından biriyle birlikte olan kadına hâlâ duygusal bağlılık hisseden bir adamı izliyoruz. Aynı zamanda iki ergen çocuğuyla bağ kurmakta zorlanan Coop’un duygusal olarak kırılgan kız kardeşiyle (Lena Hall) olan sıcak ilişkisi de dizinin kalbinde yer alıyor.

Hamm, Don Draper’dan bu yana ilk kez bu denli katmanlı bir karaktere hayat veriyor. Kimi zaman düşüncesizce kararlar alsa da, yine de seyircinin empati kurabildiği bir başrol çiziyor. Dizi, zarif anlatımı ve keskin karakter gözlemleriyle, yılın en dikkat çeken yapımlarından biri olmaya aday.

Dying for Sex

FX

Ölümcül bir kanser hastasını konu alan bir dizinin bu yılın en çok güldüren yapımlarından biri olacağını kim tahmin edebilirdi? Ancak “New Girl” yaratıcılarından Elizabeth Meriwether ve Kim Rosenstock’un aynı adlı podcast ve anı kitabından uyarladığı "Dying for Sex", hem cesur hem de duygusal anlamda çarpıcı bir kara komediye dönüşüyor. Merkezde ise Michelle Williams’ın Molly karakteriyle sergilediği olağanüstü performans yer alıyor.

Kanser teşhisiyle birlikte hayatını yeniden tanımlayan Molly, kendini sıra dışı bir cinsel keşif yolculuğuna atıyor: idrar fetişlerinden kafesli seks oyuncaklarına kadar uzanan bu deneyimler, Williams’ın Rob Delaney’nin canlandırdığı “fazla yakışıklı” komşusuyla paylaştığı garip ama tatlı kimyayla iyice renkleniyor. Ama dizinin asıl kalbi, Molly ile en yakın arkadaşı Nicki (Jenny Slate) arasındaki ilişki. Seksin ve ölümün her ikisinin de mahremiyet biçimi olduğunu vurgulayan anlatı, Molly’nin bedeninin aramızdan ayrılmış olabileceğini ama dostluğun çok daha derin bir bağ olduğunu unutulmaz bir dille ortaya koyuyor.

Cüretkâr, eğlenceli ve beklenmedik derecede dokunaklı bu dizi, yılın en özgün yapımlarından biri.

The Rehearsal

HBO

İlk sezonuyla performans sanatını televizyonun sınırlarını zorlayarak yeniden tanımlayan "The Rehearsal", üç yıl aradan sonra çok daha tuhaf, çok daha iddialı bir ikinci sezonla geri döndü. Nathan Fielder bu kez, uçak kazalarının ardında yatan en büyük sorun olduğuna inandığı “pilotlar arası iletişimsizlik” üzerine obsesif bir simülasyon kuruyor — hem de kelimenin tam anlamıyla göklere çıkarak.

Fielder’ın kendine has yöntemi olan “gerçek hayatın titizlikle yeniden inşası” bu kez 747 kokpitinde zirveye ulaşıyor. Uçuş güvenliğinin gündemde olduğu şu günlerde dizinin ortaya koyduğu kara mizah, yalnızca zamanlamasıyla değil, yarattığı absürtlüklerle de çarpıcı. Bir bebek yatağı, sahte bir Nazi sığınağı ya da uydurma bir şarkı yarışması ile uçak kazaları arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Fielder’ın tuhaf zihninde bu parçalar bir süre sonra kusursuz bir çılgınlıkla birleşiyor.

Dizi, hem hikâye hem yapım anlamında sınırları zorlarken, Fielder’ın uçuş eğitimi alıp devasa bir yolcu uçağının kokpitine geçmesi ise sezonun zirve anlarından biri oluyor. Bu sezon yalnızca eğlenceli değil, aynı zamanda Fielder’ın saplantılı yaratıcılığının uç noktalarını da gözler önüne seriyor.

Sirens

Netflix

Molly Smith Metzler’ın Netflix için yarattığı mini dizi "Sirens", Yunan mitolojisinden ilham alıyor, zaman zaman fantezi sınırlarını zorluyor; ama asıl merkezinde, son derece gerçek bir ilişki var: iki kardeş. Devon (Meghann Fahy) ve Simone (Milly Alcock), birbirlerinden kopmuş olsalar da suçluluk, kırgınlık, sevgi ve koruma içgüdüsüyle birbirlerine hâlâ sıkı sıkıya bağlı.

Julianne Moore’un, kuşlara meraklı zengin bir sosyetik olarak Simone’un patronu rolündeki yıldız ışıltısı bile, Fahy ve Alcock’un paylaştığı çarpıcı kimyanın önüne geçemiyor. Kardeşler, yaşlanmış ve istismarcı babaları (Bill Camp) için ne yapmaları gerektiği konusunda çatışırken, aralarındaki geçmiş de yeniden su yüzüne çıkıyor.

"Sirens", finalinde belki biraz dağınık bir anlatıya evriliyor; ancak o noktaya kadar, Simone’un yaşadığı Nantucket esintili adada geçen sahneler, tüm aile gerilimine rağmen diziye görsel çekicilik katıyor. Duygusal derinliği, mitolojik göndermelerle harmanlayan bu dizi, yılın en dikkat çeken kardeşlik dramalarından biri.

The Righteous Gemstones

HBO

Danny McBride’ın, güneyli bir ailenin dağınık hayatını anlatan kara komedisi "The Righteous Gemstones", final sezonunda zirveye ulaşarak HBO’daki yolculuğunu görkemli bir şekilde tamamladı. Jesse (McBride), Judy (Edi Patterson) ve Kelvin (Adam Devine) kardeşler, anneleri Aimee Leigh’in (Jennifer Nettles) yasını tutmaktan Judy’nin kocası BJ’nin (Tim Baltz) talihsiz bir direk dansı kazasında felç geçirmesine kadar türlü krizlerle yüzleşti. Hatta, amcaları Baby Billy’nin (Walton Goggins) başrolünde olduğu, milyonlar yutan “Teenjus” adlı projeyi bile göze aldılar.

Ancak aile reisleri Eli’nin (John Goodman), eski aile dostu Lori’ye (Megan Mullally) gönlünü kaptırması, işleri daha da karıştırdı — hele çocuklar onları uygunsuz bir anda yakalayınca… Mutlu sona giden bu bol çarpıntılı yolda, kardeşler hem babalarının hem de kendi geçmişlerini geride bırakmak zorunda kaldı. Dizinin Bradley Cooper’lı, İç Savaş döneminde geçen açılış bölümü ise geçmişe dönerek anlatıyı daha da derinleştirdi.

Vedalaşmak her zaman kolay değildir; ama "The Righteous Gemstones", hem duygusal hem mizahi açıdan tatmin edici bir finalle bu zor işi başarıyla gerçekleştirdi.

Black Mirror

Netflix

Dünyanın en karanlık aynası, yeni sezonda bir kez daha bizleri kendi dehşetimize bakmaya davet ediyor. "Black Mirror", yedinci sezonuyla geri döndü ve teknolojinin hayatımızdaki yerini daha da derin ve rahatsız edici hikâyelerle sorguladı. Charlie Brooker imzalı antoloji dizisi, bu sezon da her biri bambaşka bir geleceği ya da şimdiye çok benzeyen bir “olası gelecek”i perdeye taşıdı.

Yeni bölümler arasında, tıbbi bir acil durumun bir okul öğretmeninin hayatını tehlikeye atması ve eşiyle ilişkisini tamamen değiştirmesi; abur cubur dehası Maria'nın, eski okul arkadaşı Verity'nin kendi şirketinde işe başlamasıyla yaşadığı huzursuzluk; Klasik bir İngiliz filminin alışılmadık derecede sürükleyici yeniden çevrimi; ve ikonik USS Callister bölümünün devamı var. Her hikâye, izleyicisini sadece şok etmekle kalmıyor, onları sorgulamaya da zorluyor: Teknoloji insan doğasını yansıtmakla mı yetinir, yoksa onu biçimlendirir mi?

Bu sezon "Black Mirror", beklenen karamsarlığını yaratıcı anlatım biçimleriyle birleştiriyor; kimi bölümlerde klasik bilimkurgudan uzaklaşıp korkuya ya da kara komediye yaklaşarak tonunu zenginleştiriyor. Yeni sezonda dikkat çeken oyunculuklar ve stilize yönetmenlik tercihleri, anlatıyı daha da çarpıcı hale getiriyor. Geleceğe bakarken, en çok bugünün aynasını yüzümüze tutmayı ihmal etmeyen bir dizi varsa, o hâlâ Black Mirror.

Squid Game

Netflix

Netflix'in rekorlar kıran distopyası "Squid Game", ikinci ve üçüncü sezonuyla izleyiciyi tekrar arenaya çağırıyor. Lee Jung-jae'nin Seong Gi-hun karakteriyle geri döndüğü final sezonları, ilk sezonda kazanan olarak oyundan çıkan Gi-hun’un, bu kez organizatörleri içeriden çökertmek için yeniden oyuna dahil olmasıyla başlıyor.

Yeni sezonda sadece oyunlar değil, sistemin kökenine dair ipuçları da açığa çıkıyor. “Front Man” karakteri daha derinleştirilirken, Gi-hun’un iç hesaplaşması ve intikam arzusu, dizinin şiddet dozu yüksek atmosferini daha da karanlık bir noktaya taşıyor.

Bir yandan oyunların sarsıcılığıyla dikkat çekilirken, diğer yandan Gi-hun’un geçmişiyle hesaplaşması anlatıya beklenmedik bir duygusal derinlik katıyor. Amerika'da geçecek bir spin-off proje hazırlıklarını başlatan "Squid Game", bir kez daha toplumsal adaletsizlikleri ve insan doğasının karanlık yönlerini işleyen güçlü bir alegori olarak yerini sağlamlaştırıyor.

Andor

Disney

Tony Gilroy’un iki sezonluk draması, “Rogue One”ın ön hikâyesinden çok daha fazlası olan "Andor"; kendi başına işleyen, derinlikli, sarsıcı ve son derece isabetli bir faşizm ve direniş anlatısı. Gerçek dünya tarihinden beslenen dizi, Star Wars evreninin doğaüstü ögelerini geri plana atarak izleyicide yankı uyandıran, güçlü bir topluluk hikâyesi anlatıyor.

Adını Diego Luna’nın canlandırdığı Asi pilot Cassian Andor’dan alsa da, dizi esasen bir imparatorluğu ayakta tutan ya da ona yavaş yavaş başkaldıran sıradan insanların kesitini sunuyor. Casus Luthen Rael (Stellan Skarsgård), içsel çatışmalar yaşayan senatör Mon Mothma (Genevieve O’Reilly) ve İmparatorluk müfettişi Dedra Meero (Denise Gough) gibi karakterler üzerinden ilerleyen Andor, unutulmaz bir hikâye yaratmak için ne ışın kılıcına ne de Güç’e ihtiyaç olduğunu kanıtlıyor.

facebook Tweet
Benzer Haberler