Hesabım
    Ateşle Oynayan Kız
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    Ateşle Oynayan Kız

    Ateşle Oynayan Kız

    Yazar: Orkan Şancı

    Stieg Larsson'un "kadınlara kötü davrananların dünyasını" anlattığı bir hikaye ile karşı karşıyayız yine. Konumuz bu kez, beyaz kadın ticaretiyle uğraşan çeteler ve onların devlet bürokrasisine sızmış kolları... Bu konuyla ilgili dosya hazırlayan genç bir gazeteci, yine aynı konuda tez hazırlayan kız arkadaşıyla birlikte bizim Mikail Blomkvist'in kapısını çalar. Neticede o, "Millenium" dergisinde bu tür dosyalara büyük önem vermektedir. Blomkvist, aklında 1 senedir haber alamadığı Lisbeth olsa da, tüm dikkatini bu konuya verir. Dosyalar arasında gezinmeye başlarlar. Ne var ki hayatını sarsan Lisbethin ismi yine karşısına çıkar. Aklından atamadığı bu gizemli kız bir kez daha hayatına girmek üzeredir.

    Bu kez Daniel Alfredson'un yönetmenliğinde çekilen, farklı bir yönetmen ve farklı bir senaristle devam eden serinin bu ikinci filmi, "Ateşle Oynayan Kız", bazı yönleriyle ilk filmin aynısını yapmaya çalışıyor, bazı yönleriyle de farklı olmayı deniyor. Örneğin, aralarında romantik (hastalıklı?) bir ilişki başlayan Blomkvist ve Lisbeth, film boyunca sadece bir kez biraraya gelebiliyor. Blomkvist, "el yakan" bu konuyu araştırırken bir yandan da Lisbeth'i bulmaya çalışıyor. Mikail Nyqvist, karakteriyle yine barışık. Görkemini gizlemekte zorlandığı göbeğiyle yine oradan oraya koşturuyor. Ama öylesine doğal oynuyor ki; Blomkvist ile filmde gezinip ipuçlarını kovalamak, Da Vinci Şifresi'ndeki Robert Langdon karakteriyle olduğundan çok daha keyifli. İşlenen cinayetleri çözmeye çalışan polise bir yandan yardım etmeye çalışıyor, bir yandan da Lisbeth'e tek başına ulaşmak için bazı bilgileri kendine saklıyor. Üstelik bu kez; Lisbeth'in nasıl "ejderya dövmeli" ve "ateşle oynayan" kıza dönüştüğünü anlatan önemli bilgiler seriliyor önümüze. Çocukluğuna ve ilk genç yıllarına dair, ilk filmde anlatılmayanlar.

    Gayet sinematografik bir kent olan İsveç'i bol bol Stockholm ve Göteborg hayatıyla perdede izleyeceksiniz. Film karakterlerinin şehirde yaya veya araçla dolaşmalarına o kadar fazla yer ayrılıyor ki "travel to sweden" konulu bir tanıtım filmi izlediğinizi düşündüğünüz anlar olacaktır. Bu nokta önemli; zira film, aksiyona son derece açık öyküsüne rağmen o tarafa meyil etmiyor. İsveç'te yanılmıyorsam şehir içi hız sınırı 50 kilometre. Film de bu tempoda, yavaş, düşük tansiyonlu bir şekilde ilerlemeye çalışıyor. İlk filmde, işlenen cinayet etrafında dönen gizemi çözmeye çalışan Blomkvist'le birlikte biz de onun temposuna ayak uydurmuş, olan bitenlerin üzerindeki sır perdesini aralamaya çalışıyorduk. Bu kez film, sanki seyircinin de bir adım gerisinde kalıyor. Seyirci koşmaya hazır, ama Blomkvist, göbek bağlayacak kadar ağır hareket ediyor. Yine gayet hacimli olan bir kitaptan uyarlama yapılırken, aksiyon öğelerini artırmaya, hiç değilse bu tür sahnelerin arasını fazla açmamaya özen gösterilmemiş. Oysa 2 saat boyunca seyircinin dikkatini üzerinde çekebilmek için bundan daha fazlası gerekiyor.

    Son günlerde dünya gündemini sarsan Wikileaks internet sitesini hatırlar oldum, filmin başlarında. Julian Assange ve onun gizemli arkadaşları, yayınladıkları diplomatik yazışmalarla ABD başta olmak üzere bir çok ülkenin ipliğini pazara çıkardı. Tabii resme büyük bakarak Wikileaks'in de oyunun bir aktörü olduğunu düşünebilir, olan bitenin bir tiyatro sahnesinden ibaret olduğunu varsayabiliriz. Filmde bana bu konuyu hatırlatansa, Blomkvist'in tek bir yayın organıyla, pek çok taşı yerinden oynatmaya çalışması oldu. Bunu yaparken daha en başta nasıl çuvalladığını, arkadaşlarının ortadan kaldırıldığını görünce, bu dünyanın tehlikeleri de seziliyor. Ama film, aksiyona sırtını yaslamama konusunda haklı gerekçeleri olsa bile, bu konunun bile üzerine gitmiyor. İlk filmde hacimli ve zor bir kitaptan nasıl sinema senaryosu yazılır, dersi verilirken bu kez, bir gömlek aşağıda bir iş çıkıyor ne yazık ki. Öykünün potansiyeli, bir İsveç buzulu gibi gözümüzün önünde resmen eriyor.

    Bu potansiyel öylesine abes ki, Hollywood seriyi yakın takibe aldı hatırlayacaksınız. Daniel Craig'in başrolde olduğu bir "remake" çekiliyor, filmin yönetmeni de David Fincher. İkinci filmin durumunu görünce, tamamen Hollywood tarafından kotarılan bir üçlemenin de yolda olduğunu sanıyoruz. İsveç sineması, öyküyü tamamen "kendisinin" yapabilecek herşeye sahipken, bu egzantrik öykü, ilerleyen yıllarda sadece ABD versiyonuyla hatırlanabilir, endişemiz bu.

    Filmin başrol oyuncularının değişmemesi gayet isabetli olmuş. Sadece Michael Nyqvist değil, Noomi Rapace da rolüne daha bir ısınmış görünüyor. Önce "Ejderha Dövmeli Kız"dı, şimdi "ateşle oynuyor". Serinin üçüncü halkasında ise "eşekarısı kovanına çomak sokmaya" çalışacak, malumunuz. İlk filmde aralarında başlayan ilişkinin ikinci filmde yerini saklambaça bıraktığını bir kez daha hatırlatalım. Yan kadrodaki deneyimli oyuncular da gayet başarılı. Rocky 4'teki Ivan Drago karakteriyle ölümsüzleşen dev İsveçli Dolph Lungren, bu film için yapılan kötü adam teklifini reddetmeseymiş keşke. Onunla bu filmin özellikle dövüş sahneleri daha ilgi çekici olabilirdi.

    Stieg Larrson'a öldükten sonra uluslararası şöhreti getiren Millenium üçlemesinin ikinci hikayesinin sinema versiyonu özetle böyle. İlkinden bile daha yavaş işleyen, oysa hızlanıp seyirciye yetişmesi gereken bir hikaye var karşımızda. Yemek sonrası izlemeniz halinde sizi uyutabilecek kadar bir yavaşlık bu. Sanırım önümüzdeki maçlara bakacağız.

    orkansanci@yahoo.com

    twitter: lostchildd

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top