Hesabım
    Bir Kadının Gözyaşı
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    Bir Kadının Gözyaşı

    Direne direne kazanmaktan başka çare yok belli ki...

    Yazar: Murat Özer

    Fransız edebiyatçı François Mauriac’ın en bilinen eseri olmasının ötesinde, yayımlandığı 1927’den itibaren 20. yüzyılın en iyi romanlarından biri olarak kabul gören “Thérèse Desqueyroux”, Claude Miller imzalı taze versiyondan önce de beyazperdeye uyarlanmıştı. Georges Franju’nun 1962 yapımı uyarlamasında, başrollerde Emmanuelle Riva (evet, “Amour / Aşk”ın Anne’ı) ve Philippe Noiret vardı.

    Fransız sinemasının ustalarından Claude Miller, sinemalarımızda “Bir Kadının Gözyaşı” adıyla gösterilen “Thérèse Desqueyroux” uyarlamasıyla, filmle aynı adı taşıyan başkarakterin dünyasını usulca ama ‘içten yanan’ bir atmosferle yansıtmayı başarıyor. Audrey Tautou da karakterin her an yanıp tutuşmaya açık ruh halini aktarma konusunda etkin bir kompozisyon çalışması gerçekleştiriyor. Keza, kocası Bernard’ı canlandıran Gilles Lellouche da ‘çatışma’yı netleştiren bir performansa ulaşıyor filmde.

    Ancak, oyuncuların başarısının önünde giden bir hikâyesi var “Bir Kadının Gözyaşı”nın (bu Türkçe ismin ‘doğru’ olduğundan da emin değiliz). 1920’ler Fransa’sının kırsalını ‘ele geçirmiş’ toprak (çam ormanları) sahibi zenginlerin dünyasına davet ediyor bizi bu hikâye. ‘Güç birleştirme’ amacıyla yapılan bir evliliğin yarattığı ‘deprem’se odağa yerleşiyor. Thérèse ile Bernard’ın aynı çatı altında buluşması, tam anlamıyla bir ‘mantık’ evlilliğinin ipuçlarını taşıyor. Oysa, Thérèse’in iç dünyasında ‘özgürleşme’ hayalleri var ve çelişkili bir ruh halinin yansımalarıyla ete kemiğe bürünüyor genç kadın. İçinde bulunduğu ‘sıkışmışlık’ durumuysa onu cinayet işleme dürtüsüne kadar götürüyor; kocasını zehirleyerek öldürmeye çalışıyor. Bernard’ın kız kardeşi Anne’ın ‘aşkı keşfetmesi’yle iyice hırçınlaşan Thérèse, köşeye sıkıştığı (sıkıştırıldığı) bu kapandan sıyrılmanın hesaplarını yapmaya başlıyor ve yok oluşla yeniden doğuş arasında bir noktaya savruluyor...

    ‘Özgür kadın’ imajının neredeyse yok sayıldığı bir dönem ve atmosferde hayat bulan bu hikâye, en az bir “Anna Karenina” ya da “Madam Bovary” kadar güçlü. ‘Seçme hakkı’nı hayatını şekillendirme konusunda kullanmaya çalışan kadının önündeki engellerin resmini çıkaran “Bir Kadının Gözyaşı”, Thérèse özelinde kadını ‘değersizleştirilme’ çabalarının üzerine yürüyor ve buradan fazlasıyla hırpalanmış bir ‘özgürlük’le çıkıyor. Fazlasıyla hırpalanmış diyoruz, çünkü Thérèse’in serüveninde öylesine yaralayıcı ve sindirici hamleler var ki, onu “Sen insan değilsin!” noktasına kadar getiriyor bunlar.

    Kadın için aşkın yasak olduğu, ‘aile’den başka hiçbir şeyin önem taşımadığı, kadının çocuk doğurmak ve büyütmekten başka herhangi bir işlevinin olmadığı, ‘emirler’le arka plana itilen kadınların onaylamaktan başka bir şey yapamadıkları, ağzını açtığı her dakika susmaya zorlanan kadına ‘alan’ açacak bir toplumsal hassasiyetin yeşeremediği, kadına ‘ölüm’ün bile çok görüldüğü bir toplum düzenini işaret ediyor “Thérèse Desqueyroux”. Bunu polisiye bir suç örgüsüyle de destekleyen yapım, bir yandan da bugünün dünyasında pek bir şey değişmediğini hissettiriyor bize. Evet, yüzyıllar içinde önemli kazanımlar elde etti kadınlar, ama son tahlilde ‘erkek egemen’ bir toplum düzeni içinde yaşayıp ölmekten kurtulamadılar bir türlü. Şiddetin, sindirmenin, hiç edilmenin, yok sayılmanın hasını yaşadılar, yaşıyorlar ve böyle giderse yaşamaya da devam edecekler ne yazık ki. Gidişatı terse çevirmenin, en azından ‘eşit’ hale getirmenin bir yolu var mı diye sorarsanız, ona da doyurucu bir cevabımız yok. Bir cevap beklemektense ‘direne direne kazanmak’tan başka çare yok belli ki, her coğrafyada olduğu gibi...

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top