Yönetmen daha önceki filmlerinde olduğu gibi Geçmiş’te de düşük dozda gerilim vererek seyirciyi bir çıkmaza sürüklüyor. Kimin masum, kimin ise suçlu olduğunu bir kez daha kişinin kendi vicdanına bırakıyor. Karakterlerin her birini, kendilerini olayın merkezine koymadan en küçük detaylarına kadar işliyor. Bunu yaparken hikayenin etrafında döndüğü karakter olan Samir’in komadaki karısı Celine’i ise filmin finaline kadar göstermemeyi tercih ediyor. Bu dünya ile tüm bağlantısı kopmuş bir karakteri kullanarak çocukların masumiyetleriyle oynuyor, iki aileyi hem kendi içlerinde yıkıma uğratıyor hem de birbirlerine karşı cepheye sokuyor, yetişkinlerin sorunlardan kaçma oyunlarında onlara ders veriyor. Yalanlar havada uçuşuyor, geçmişi bir kenara koymak isteyen karakterlerin hepsi farkında olmadan onun gölgesi altında çırpınmaya devam ediyor. Herkes, tüm yaşadıkları için suçu bir başkasında ararken tüm yaşananlarda kendi rollerini unutmayı tercih ediyor. Kimse bir diğerini dinlemek için çaba sarf etmiyor, sorunları büyüten iletişimsizlik problemi bir kez daha Farhadi yapımlarının temel taşını oluşturuyor. Farhadi’nin Geçmiş’ini gerçekçi ve çarpıcı yapan da tüm bunlar işte. Yönetmen daha önce olduğu gibi olayın dramatik boyutunu bir kenara bırakıyor ve gerçeğe müdahil olmuyormuşçasına kamerasını yaşananların akışına paralel oynatıyor. Bu durum bazılarınca sinemacının kendini tekrarlaması gibi gözükse de aslında usta bir hikaye anlatıcısının kaygılarının henüz tükenmediğini veya yok olmadığını gösteriyor. İran’ın tartışmaya açık sosyal yapısı ile olan derdini, tüm çıplaklığıyla anlatan Farhadi, her ne kadar Geçmiş için ülkesi dışında bir mekanı ve kültürü seçmiş olsa da insan varlığının doğuştan gelen zayıf noktalarının evrenin her köşesinde aynı tasvirle kendini göstereceği anlayışına yaklaşmaya çalışıyor. Farhadi’nin anlattığı asıl olgunun canlı bir madde ve onun düşünebilme ile farkındalık yetilerinin var olan diğerleri üzerindeki etkileri olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Üstelik yönetmen, ikinci filmi Shah-re ziba‘da (Güzel Şehir) bu derdini anlatmak için nasıl öldürüldüğünü anlayamadığımız genç bir kızın üzerine yoğunlaşırken, Derbare-i Elly‘de ortalıkta gözükmeyen ve denizde boğulduğundan şüphelenilen, artık cansız olarak nitelendirilebilecek bir imgeyle, Codayi-i Nadir ez Simin‘de ise henüz dünyaya gelmemiş, anne karnında olan ve bilimsel olarak canlılığı bugün bile tartışmaya açık bir cenini kullanarak insanoğlunun zaafları üzerine gidiyor. Geçmiş’te de aynı metodu kullanıyor, bu sefer yardımlaştığı canlı/cansız nesne ise yine kameralardan uzakta var olan, yokluğuyla var olanı değiştiren komatöz bir kadın. Bu imgeler üzerine biraz daha gidildiğinde Farhadi’nin tanrı fenomeni etrafında kafa yorduğunu söylemek mümkün fakat o konu üzerinde daha fazla düşünülmeyi hak eden, derin ve cesur bir mevzu olur.