Hesabım
    Son Umut
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    Son Umut

    Barıştan yana, önyargısız bir Çanakkale hikayesi...

    Yazar: Melis Zararsız

    Açıkçası Son Umut/The Water Diviner ilgili ilk bilgiler gelmeye başladığında Skyfall’da Türkiye’nin ya da The International filminde Haluk Bilginer’in yer alması gibi bir durum zannediyordum Çanakkale ve Cem Yılmaz/Yılmaz Erdoğan meselesini. Bilgiler akmaya başladıkça filmin konusunun gerçekten de Çanakkale Savaşı olduğu, Son Umut’un bir Hollywood yapımı olmadığı ve Cem Yılmaz ile Yılmaz Erdoğan’ın filmin ana ekseninde olduğu iyice aşikar olmaya başladı ama izleyene dek bu denli “bizim hikayemiz” olduğunu farketmemiştim.

    Elbette sadece bizim hikayemiz değil Son Umut’ta anlatılan. Avustralyalı bir çiftçi olan Connor’ın (Russell Crowe) Çanakkale Savaşı döneminde cepheye gönderdiği üç oğlunu ölü ya da diri bulmak istemesi, bu sebeple Türkiye’ye gelmesi ve savaşın gerçekleriyle yüzleşmesi, aslında meseleyi başlatan ve çevreleyen hikaye. Döneme ait bir mektuptan öğrendiği gerçek bir yaşam öyküsünden esinlendiklerini söyleyen ünlü oyuncu Russell Crowe, bu kez yönetmen koltuğuna oturarak, bir Anzak torunu olduğunu ve bu hikayeyi anlatmak istediğini söylüyor verdiği röportajlarda.

    Son Umut’un bir Hollywood yapımı olmadığını tekrar etme ihtiyacı hissediyorum. Russell Crowe ismi duyulduğunda ister istemez dünya çapında bir filmle karşı karşıya kalacağımızı düşünenler olabilir, elbette bu denli meşhur bir ismin sayesinde filmin dünya çapında çok yere ulaşacağı kesin ve bu bizim için de bir gurur kaynağı fakat filmden beklentileri bu çapta tutmamak lazım. Bu sonuçta Avustrayalı bir oyuncunun ilk yönetmenlik denemesi ve yerel bir öykünün yerel bir anlatımı. Elbette bütçesel bir rahatlık sözkonusu, görüntü yönetmenliğinde, kurguda profesyonel isimler söz konusu, ve bu da filmin tekniğine yansımış, karşımızda amatör görünen bir film yok ama bir prodüksiyon harikasından, ihtişamlı bir savaş filminden de söz edemeyiz.

    Filmde evlatlarını bulmak isteyen acılı baba Sultanahmet’e ve Çanakkale’ye kadar uzanıyor ve önce düşmanları sandığı subaylar Hasan (Yılmaz Erdoğan)  ve Cemal (Cem Yılmaz)  ile sonradan dost oluyor, önyargılarını yıkıyor…

    Kurak arazide kuyu suyunu hisleriyle bulma konusunda özel bir yeteneğe sahip olan Connor, kendi evlatlarının hangi toprağın altında olduğunu da eliyle koymuş gibi bulurken, film cesurca savaşın acımasızlığını yüzümüze vuruyor. Cesetlerin bulunuşu, mezarlar, askerlerin ölürken çektiği acılar hiçbir şekilde üstü kapalı olmadan, uzun planlarla verilmiş, başarılı bir makyaj çalışmasıyla yüzü dağılmış bir askerin çektiği acılara dakikalarca tahammül etmek durumunda kalabiliyorsunuz.

    Yönetmenin bir savaş filmi çekerken bazı benzerlerinde olduğu üzre bunu savaşı ister istemez överek yapmaması, yani bunu başarabilmesi, bu arada biz-siz meselesinde önyargıyı yıkma gerekliliğini savunması, her taraftan kayıplar olduğunu ve savaş bittiğinde herkesin insan olduğunu hatırlatması açısından çok değerli buluyorum. Savaş bittikten sonra savaşan iki tarafın ölüleri bulma, ayırdetme, mezar gibi konularda birlikte çalışabildikleri, Yılmaz Erdoğan’ın canlandırdığı karakterin karşı tarafın komutanına, “siz şuraya kadar gelebilmiştiniz” diye anlattığı sahnelerde bir izleyici olarak “madem sonu böyle olacak, o zaman neden ölüyoruz/öldürüyoruz” diye isyan etmek istedim, savaşın aslında ne kadar aptalca birşey olduğunu ve bittiğinde nasıl hiçbirşey olmamış gibi devam edebildiğimizi düşündüm. Yüzyıllar boyu insanların “olması gereken bu” diye cahilce kendilerini savaşın gerekliliğine inandırmalarına, şehit olan gazi olan binlerce insan, sönen ocaklar, yetim kalanlar varken bu kararların nasıl verilebildiğine tekrar tekrar şaşırdım. Bunları bizlere düşündürebilmesi adına Russell Crowe’u tebrik etmek lazım. Bu arada Türk olmadığı halde çevresel, mekansal, dönemsel konularda filmin çok başarılı olduğunu, tam da yerinde semboller kullanıldığını, o mistik atmosferi tam tadında verdiğini eklemek lazım, bir sanatçının yaşamadığı bir coğrafyanın kültürel ve tarihi dokusunu vermesi epey zor işken, filmde bu konuda göze batan en ufak bir kılçık bile hatırlamıyorum. Dönemin hem dini, hem kültürel hem de Cumhuriyet’e yaklaşan dönemsel temalarının hiçbirine saygısızlık edilmemiş, unutulmamış. İşgal direnişi de perdeye çok iyi yansımış. İstanbul’da işgal güçlerine karşı düzenlenen sokak protestoları, Kuvayi Milliye yürüyüşünün filme eklenmesi kaydadeğer olmuş. Bu konularda Türkiye ile uzun ve samimi ilişkiler içerisinde olduğunu söyleyen senarist Andrew Knight ve Andrew Anastasios’un katkıları ise oldukça büyük olsa gerek.

    Oyunculuklara gelecek olursak, Yılmaz Erdoğan’ın göze batmayan, yerinde bir performans sergilediğini söylemek mümkün. Cem Yılmaz bu teklif ona ilk geldiğinde reddetmiş, bu role yakışmayacağını düşünmüş, sonra ise Russell Crowe’un anlattığına göre, ona verilen karakteri epey şekillendirmiş, yeni fikirler katmış. Bunun sebebinin üzerine yapışan “komik adam” meselesi olduğunu düşünüyorum çünkü gerçekten de Cem Yılmaz gözüktüğü anda salondaki insanlarda bir tebessüm, bir gülme ihtiyacı sezinledim ben de. Hal böyleyken sanırım Yılmaz, hazır gülecekler, bari ben hafif esprili bir komutan olayım demiş ve karakterinin içine hem biraz delidoluluk, hem şakacılık kattırmış. Bir de Av Mevsimi filminde çok beğenilen, Yılmaz’ın içerek şarkı söylediği ve herkesin eşlik ettiği “Hayde” sahnesinin bir benzeri, Hey Onbeşli türküsü ile yaratılmış, bunun da Yılmaz’ın Crowe’a bir önerisi olduğunu düşünüyorum açıkçası. Fakat Yılmaz’ın Av Mevsimi’ndeki performansını, orada yaratabildiği karakteri düşündüğüm zaman da, keşke bu filmde de esprisini mizahını katmadan, ciddi ve işinin ehli bir komutan olmakla yetinebilseymiş diye düşünmeden edemedim. Kocasını savaşta kaybetmiş bir Türk kadını rolü için neden Olga Kurylenko’nun seçildiğini anlamam ise asla mümkün değil. Bilmediği bir dilde söylemesi gerekenleri ezberletip, üzerine bir de ağzına oturmayan bir dublaj yapılması kesinlikle çok büyük başarısızlık olmuş, oyuncu iyi bir performans sergiliyorsa bile bu durum maalesef önüne geçmiş. Bergüzar Korel, Nurgül Yeşilçay gibi isimler geldi aklıma o rol için…

    Her halükarda ülkemiz adına önemli bir film, es geçilmemeli…

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top