Hesabım
    Başlat Ready Player One
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Başlat Ready Player One

    Beyaz perdeye taşınan en geniş pop kültür vitrini!

    Yazar: Fatih Yürür

    Dürüst olayım; filmin tanıtımlarında da altının çizildiği gibi “pop kültürün kutsal kasesi” olarak kabul edilen Ernest Cline’ın kitabını ilk defa 3-4 yıl önce duymuştum. Yakın çevremdeki dostlarımın öve öve bitiremediği kitap, arada geçen yıllarda sık sık unuttuğum ve kütüphaneme de bir türlü katamadığım türden janjanlı bir keşif sandığı olarak mesafeli konumunu büyük bir ısrarla korudu.

           Geçtiğimiz yıl, filmin akıl uçuran cinsten ilk teaserının yarattığı etki ile kitabı kısa sürede edinip okudum. Geek kuşağının, beslendiği tüm mecraları harmanlayarak, daha yeni, etkileşime açık epik üretimler yapmasına elbette alıştık ki Cline; bu iddiayı birkaç adım ileri götürüp; kitabını açık seçik bir pop kültür sınavına çevirmekten kaçınmayarak emsalleri arasından sıyrılıyordu. Hatta ilk bakışta, en başat haliyle kallavi bir MMORPG görevinden çok daha fazlası gibi görünmeyen öykünün bağlayıcı kısmı, bitmek bilmez pop kültür referansları ve yer yer zorlama gelen, hiç yaşamadıkları bir 20 yıllık dilime bitmez, tükenmez bir özlem duyan Wade (nam-ı diğer Parzival) ve ekürilerinin muhabbetlerinden sebep; onların bu “öğretilmiş” zaman yolculuğuna dahil olmaktan da keyif almayı başarmıştık. Cline, ye ye bitmez bir 80’ler ruh çağırma seansının ekmeğini yemekten biraz daha fazlasını yapmış ve onu distopik bir dünyanın anahtar notaları haline getiren basit ama etkili bir öykü ile harmanlamıştı.

         Aslında Cline’ın eşsiz gibi görünen bu devasa oyuncak dolabının, günümüzde pek çok emsali var. Ursula Poznanski’nin dilimize de çevrilen kitabı Erebos; büyük deha Halliday’in yarattığı ucu bucağı olmayan sanal gerçeklik sisteminin birkaç versiyon düşüğüne ev sahipliği yapar mesela. Poznanski’nin komplo teorileri ile bezeli ama doğru noktalara vurmayı da ihmal etmeyen kitabı, daha ziyade yapay haz ve kimliklerin peşinde koşan kuşağın hafif bir taşlaması gibidir. Robert Venditti ve Brett Weldele ikilisinin kotardığı ve 2011 yılında beyazperdeye de uyarlanan The Surrogates çizgi romanı da emsaller listesinin tepesine yerleştirilebilir. Venditti ve Weldele ikilisinin derdi ise, açık açık yapay dünya ve yapay kimliklere hapsolan modern insanın alegorisine ev sahipliği yapar ve post apokaliptik konsepti ile olan evliliği sayesinde de Başlat’ı epey andırır. Cline ise; zaten malzemenin yeterince sündürüldüğünün bilincinde olarak; kendisini besleyen bütün birikimin harmanlayarak tamamen bağımsız bir sinema miti yaratmak yerine; ilham aldığı bütün ikonları olduğu gibi kullanma yolunu bulduğu ve okuyucuyu da buna dahil ettiği bir alternatif sunması açısından, en az OASIS kadar farklı bir deneyim sunuyordu. Geçtiğimiz yıl ülkemizde de okuyucuyla buluşan Armada ile birlikte; kaleminin kuvvetinin salt etkilendiği referanslardan ibaret olmadığını kanıtlayan Cline; yine de uzun bir süre bu yaratımı ile anılacak gibi görünüyor.

           Sinema filmine dönecek olursak… Tıpkı kitapta da bahsi geçtiği gibi “böyle bir yapımı ancak Spielberg gibi bir dehanın eline teslim etmek gerekir” önermesinin ete kemiğe bürünmüş hali duruyor karşımızda! Spielberg gibisinden, yaptığı her işle daha çok sevilme gibi bir kaygı taşıyan fakat bir süredir, yapımlarında o erken dönemde kemiksiz sinema aşkını ve izleyiciye film “beğendirmeye” dair duyduğu heyecanı yitirdiğini düşündüğüm deha yönetmen için Başlat, her anlamda yeni bir sınav! Artık pop kültür referansları arasında çok yüksek bir yüzdelik dilimde kemik bir yer edinen “80’ler göndermeleri” klişeleri açısından da yeni bir şablona sahip olduğu için fazlasıyla heyecan verici. Nitekim Başlat; sırtını dayadığı tüm referansları, kelimenin tam anlamıyla bu günün geleneklerinden kopmayarak perdeye taşıması açısından, pek de alışık olmadığımız türden bir deneyim sunuyor.

          Yıl 2045… İnsanlık yeni çatışmalar, direnişler, kıtlıklar ve buhranlar yaşamış ve nihayetinde de artık yenilgiyi kabul etmiş durumda. Herkesin hayatı; Morrow ve Halliday adlı iki dehanın yaratmış olduğu, gündelik hayatın aksine, sınırsız bir sosyal deneyim vaadinde bulunan OASIS’in başarılı kodlanıp, detaylı bir biçimde görselleştirilmiş ultra devasa aplikasyonuna hibe edilmiş. Fakat uygulamanın ardındaki asıl isim olan arızalı beyin Halliday’in ölümü ile birlikte; tüm OASIS kullanıcılarına beklenmedik bir miras kalır. Oyun içerisinde gizlenmiş olan 3 anahtarı bulduktan sonra Easter Egg’e ulaşan kişi ya da klan, tüm OASIS’in kontrolünü ele geçirecek ve hayallerinde bile göremeyeceği bir mirasa konacaktır.

           Elbette OASIS’ın milyon üzerine milyona tekabül eden olasılıkları içerisinde anahtarları bulabilmek çok zor olduğu için, kullanıcılar çoğunlukla klanlar ile birlikte hareket ederler. Tüm bu simülasyon, Halliday’in pop kültür referansları ve bireysel beğenileri ile dizayn edildiği için de, hem sıkı bir dikkat hem de geniş çaplı bir pop kültür tepesinin zirvesine tırmanmadan kazanabilmek oldukça zordur. Diğer yandan Sorrento adındaki saplantılı bir girişimci tarafından yönetilen IOI yapılanması da, büyük paralar dökerek kurmuş olduğu takımlarla anahtarların peşine düşer. Bütün bu curcuna içerisinde, aradığı pek çok ipucunu, idol bellediği Halliday’in anılarını tırım tırım arayarak çekip çıkaran Parzival; sürpriz bir biçimde ilk anahtarı bularak, yarışmanın ve genel anlamda geleceğin dünyasının işleyişinin tüm seyrini değiştirir.

          Film; özellikle ilk yarısında kitaba sadakatini fazlasıyla koruyor. Öykü evrenine hızlı ve makul bir giriş yaptığı için, vitrine yerleştirdiği tüm referansları hızlıca devreye sokmayı başarıyor. Zaten Spielberg gibi bir isim için, yaratım sürecinde bizzat büyük bir emek verdiği bu jenerasyonun beğenilerinin doğru notalarına basmak hiç de zor değil. Parzival, Halliday’in finaldeki Easter Egg’inin peşinde koşarken; izleyici olarak bizler de ekrana fırlatılmış olan yüzlerce Easter Egg’e maruz kalıyoruz. Bu görsel, işitsel senfoni sırasında, ilk başta hafif nidalara gark eden her detay, bir süre sonra “acaba sırada ne var?” sorusu eşliğinde seyir sürecinin bitiş çizgisine varmamızı sağlıyor.

         Filmin; Cline’ın metinlerinde de kendisini gösteren tek handikabı; OASIS dışındaki koşulların nasıl gerçekleştiği ile ilgili pek de ikna edici olmaya çalışmaması. Elbette insanların hayatlarını OASIS’e hibe ettikleri bir gelecek tasvirinde bu detay göze çok da batmayabilir ama tüm öykünün salt Wade ve saz ekibinin pahalı bir MMORPG deneyimi olmasından çok daha fazla potansiyele sahip olduğu da bir gerçek! Kirli şirketler, ortadan kaldırılan aile bireyleri, bu motivasyonla oyuna başlayanlar, hayallerini ustaca yazılmış kodların arasına sığdıran varoş sakinleri… Elbette üzerine basa basa yenilenmiş bir Running Man ya da Logan’s Run varyasyonu olmadığı belirtilse de (ki zaten bu ihtiyacı karşılamak adına makyajlanmış sıfır kilometre ve makyajlı varyasyonlar da mevcut); finale doğru ölümüne uzayan ve anlamı tartışmalı aksiyon sahneleri ya da iki genconun iç bayıcı aşk hikayesi klişesinin üzerinden birkaç defa geçmek yerine; karakterlere birkaç adım daha yaklaşılsaydı, Başlat üzerinde “kusur arama girişimlerimiz” büyük oranda başarısız olurdu.

          Spielberg, TinTin ile farklı bir kulvara soktuğu görsel yolculuğunu Başlat sayesinde birkaç adım daha ileri götürmüş diyebiliriz. Özellikle, fragmana da damgasını vuran yarış sahnelerinde beyninizin yanmasından garip bir haz alabilirsiniz. Zaten DeLorean’ı böylesine vahşi bir yarışın tam ortasına konumlandırmak yeterince keyifli. Fakat bunun sadece atıştırmalık olduğunun farkına varmak için de kahin olmaya gerek yok! En önemli tavsiyem; izlemek istediğiniz perdeyi büyük tutun çünkü uzun zamandır deneyimleyeceğiniz en keyifli IMAX deneyimini yaşayacaksınız. Tabi sadece teknik açıdan değil, perdeye fırlatılan detayların büyük bir kısmını yakalayabilmeniz açısından da büyük perdeden vazgeçmemenizi öneririm. Zaten bir süre sonra hikayeden sık sık kopup Easter Egg avına çıktığınızı fark edeceksiniz!

          Son tahlilde Spielberg; izleyicisine, muhteşem teknik detaylarla bezeli bir uzay çağı müzesinde 2 saat 20 dakikalık hızlandırmış bir tur vadediyor. Bir taraftan kendi hayali ve yaratıcılığı ile büyük oranda ortak olduğu Hollywood’un, video oyun sektörünün, Silikon Vadisi’nin ya da popüler müzik arenasının son 40 yıllık süreçteki fantezi üretiminin bir nevi alegorisini yaparken; diğer yandan da bu fantezinin nasıl yaşatıldığını bir kere daha anımsatıyor. OASIS, kabaca bütün bu yaratımın toplamı ve bizler de büyük bir keyif ve gönüllülük ile bunun bir fantezi olduğunun bilincinde olsak da olmasak da o hayale ortak olma –ya da bile bile tutsak olmayı seçme “özgürlüğü” ile hareket eden Parzival’larız…

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top