Hesabım
    Üç Bin Yıllık Bekleyiş
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    Üç Bin Yıllık Bekleyiş

    George Miller’dan Fantastik Bir “Aşk” Hikayesi

    Yazar: Onur Kırşavoğlu

    Sinema tarihinin en vizyoner yönetmenlerinden biri olan ve 2015 yılında çektiği Mad Max: Fury Road filmiyle gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlik becerilerine sahip filmlerden birini ortaya koyan George Miller, Mad Max’e devam etmeden ve bir spin-off filmi çekmeden önce başka bir fantastik hikayeyle geri döndü ve ülkemiz sinemalarındaki yerini aldı. Üç Bin Yıllık Bekleyiş (Three Thousand of Longing) adıyla vizyona giren film, İstanbul’da başlayan bir hikayeyi konu ediniyor. Pera Palas Otel’de kalan ve İstanbul’a bir konferans için gelen bilgin Alithea ve aldığı bir antika eşyanın içinden çıkan Cin’in hikayesi, geri dönüşlerle ve Osmanlı tarihinden hikayelerle işleniyor. Bu açıdan da bizim için daha da ilginç bir deneyim olduğunu söylemek gerekiyor.

    Film, klasik cin anlatısının alameti farikası olan üç dilek hakkıyla başlıyor. Hali hazırda meselelere, masallara ve kahramanlara aşkla bağlı olan Alithea (Tilda Swinton), yalnızlığına da ilaç gibi gelen Cin’le (Idris Elba) tanışıyor ve filmin girişgahı yapılıyor. Cin, kendi geçmişinden hikayeler anlatıyor ve tek mekanda geçen film, geri dönüşler ve epizodik anlatımla keyfi yüksek bir hal alıyor. Bu kısımlar için görsel bir şölen oluşunu da eklemek gerekiyor ama bir George Miller filmi izliyorsanız buna zaten hazırsınız demektir. Pandemi nedeniyle İstanbul’da çekilemeyen ama İstanbul’da çekilmiş havası yaratılan sahneler de oldukça başarılı. Agatha Christie’nin Doğu Ekspresi’nde Cinayet adlı kitabını yazdığı ve birçok kez karşımıza çıkan o meşhur otel odası da yine tüm ihtişamıyla karşımızda. Tam da bu noktada, filmden, bütün dünyadaki izleyicilerden daha çok keyif almamızı sağlayacak anlar devreye giriyor. Cin, daha önce çeşmi bülbüle nasıl hapsolduğunu ve kendi hatalarıyla bunun nasıl birkaç kez tekrarlandığını anlatıyor ve karşımıza sürpriz bir Osmanlı hikayesi çıkıyor!

    Ülkemiz TV dünyasının gelmiş geçmiş en çok ses getiren dizilerinden olan Muhteşem Yüzyıl ve oradaki kahramanlar bir George Miller filminde karşımıza çıkıyor. Muhteşem Süleyman, Hürrem, Şehzade Mustafa, Sultan Murad ve diğerleri... Farklı zaman dilimlerinden Osmanlı’nın peri masalı atmosferinde Cin, gerçek aşkı buluyor ve filmin son kısmına girmeden önce tarihi yolculuk sona eriyor. Bu ilginç deneyimin içerisinde Erdil Yaşaroğlu’nun oyunculuk performansını görmek, Idris Elba’nın tebessüm ettiren Türkçe aksanını işitmek ve Zerrin Tekindor gibi büyük bir ismin George Miller filminde zuhur etmesi de yer alıyor. 105 dakika gibi makul bir süresi olan filmin bir saatten fazla kısmının bunları oluşturması da ilginç deneyimi eşsiz kılıyor. Daha sonra hikaye Londra’ya ve bir aşk öyküsüne evriliyor. Bu sahnelerde ikilinin kimyası iyice devreye giriyor ama filmin fantastik ve masalsı gücü de ister istemez biraz sekteye uğruyor. Epizodik anlatımdan da çıkan hikaye, imkansız bir aşkın, daha doğrusu hiçbir aşkın imkansız olmamasının altını çizmek üzere finale giden yola giriyor.

    Filmin, tek mekandaki iki yabancı arasında geçmesi, kapalı bir otel odası (ev gibi de düşünebiliriz) atmosferinde yaşanması ve pandemi dönemi filmi olması gönderme ya da hoş bir tesadüf olarak akıllara geliyor. Tek odaya kısılmış iki yabancı, birbirlerine anlattıkları hikayelerle, ufkun aslında zihinlerde çok geniş olduğunun altını çiziyor. Miller’ın Augusta Gore’yle birlikte yazdıkları senaryoda geçmişin entrikaları, şehveti ve ahlaki ikilemleri izleyiciye bazı dertler anlatıyor ve bu durumlar Cin’in hep yalnız kalmasıyla son buluyor. Öte yandan Alithea da ırkçı komşuları, kariyerinde onu anlamakta güçlük çeken insan toplulukları ve aşka olan derin inancıyla yalnızlık çektiği bir hayatı yaşıyor. Bu iki farklı ve yalnız insan, pandeminin ortasında (filmdeki seminer sahnelerinde insanların maskeli oluşunun bilinçli göndermesiyle) birbirlerinin yalnızlığını da gideriyor. Bu da onları bir yolculuğa götürüyor. Bu yolculuk fedakarlıklarla dolu, bilinmezlerle dolu ama insanın içini ısıtan cinsten...

    Son Mad Max filminde feminist okumaları bol ve muhteşem olan Miller, bu filmde de bu ideolojiyi kullanıyor. Zeki, koruyucu, güçlü ve aydın kadınlara karşı, toksik, şiddet yanlısı, pek zeki olmayan ve şehvet düşkünü erkekler... Elbette, fantastik bir masal atmosferiyle başı dönen izleyici, final yolundaki dinginlikten hoşnut kalmayacaktır ya da George Miller vizyonunun Mad Max serisinde nasıl bir şey olduğunu deneyimleyen izleyiciler için bu film, yeni filmler öncesinde çekilmiş bir çekirdek hikaye olarak görülecektir ama elimizde yeni Miller filmleri için heyecanlanmaya yetecek kadar done mevcut. Özellikle de görsel açıdan...

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top