Hesabım
    Akıl Oyunları
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Akıl Oyunları

    Bazı Yanıtlar Kalbimizdedir

    Yazar: Orkan Şancı

    Büyük filozof Kurt Tucholsky der ki: 'Bir sanat eserini yorumlarken tek kriter vardır: tüylerinizin diken diken olup olmadığı'..

    Akıl Oyunları, bütün olarak değilse bile bazı bölümlerinde, tüyleri diken diken eden, düşündüren ve epeyce sarsan bir yapıt.

    Filmin, daha proje halindeyken Akademi Ödülleri’ni hedeflediği çok açıktı. Akademi üyelerinin, başarıyla oynanmış 'sorunlu tip'ler konusunda hassas olduğu ve sürekli ödüllendirdiği bir gerçekti. Bu avantajı, başarılı bir prodüksiyonla süslemek, 24 Mart akşamı zafer yaşamak için yeterli olabilirdi.. Ama yönetmen Ron Howard, senarist Akiva Goldsman ve Russel Crowe, işin kolayına kaçmak yerine, çok daha zahmetli bir yolu tercih etmiş. Hiçbir anında aşırılığa kaçmayan bir duygusallık, dışavurumcu oyunculuk ve replikler var Akıl Oyunları’ nda.

    Yönetmen Ron Howard’ın, gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak kurduğu filminde izlediği yol çok akıllıca. Filmin ilk yarısına kadar, seyirci, olayları -farkında olmadan- bir şizofrenin bakış açısıyla görüyor. John Forbes Nash Jr’ın başına gelen üzücü olaylara tanıklık ederken seyirci, çok az filmde görülebilecek (örneğin Jon Turteltaub’un müthiş Phenomenon’u gibi)müthiş bir özdeşleşme yaşıyor. Howard’ın filmde izlediği bu taktik, şüphesiz David Fincher’ın 'Fight Club'ını hatırlatan türden.

    Akıllı taktiğinin dışında Howard, hiç bir stilize kamera hareketi ya da kurguya başvurmadan, seyirciyi, filmin ana karakteri Nash’le başbaşa bırakan bir yönetim sergilemiş. 1992 tarihli 'Far and Away'in final sahnesinde, jimmy jib ile o inanılmaz kamera hareketini yaparak seyirciyi şaşırtan Howard’ın, bu kez öykünün masumiyetine saygı göstererek geri planda kalmayı tercih etmesi, takdire değer bir tutum.

    Akıl Oyunları kuşkusuz bir 'oyuncu' filmi. Nash’i oynayan Russel Crowe, özel yaşamındaki aksilikleri nedeniyle aldığı eleştirileri bir kez daha unutturan, kelimelerle anlatılması güç bir iş çıkarmış. Daha önce; 'Romper Stomper'ın dazlak Hando’su, 'L.A.Confidential'ın asabi polis memuru Wendell ’Bud’ White’ı, 'The Insider'ın itirafçı Jeffrey Wigand’ı ve 'Gladiator'ün General Maximus’u olan Crowe, canlandırdığı karakterlerin içinde kaybolmayı her zaman başarıyor. Maximus olabilmek için yaptığı kaslar hala üzerinde olmasına karşın(!) Crowe, bu kez de 'John Nash olduğuna' seyirciyi inandırıyor. Beden dili, mekana ve olaylara göre bakışlarının utangaçlıkla öfke arasında gidip gelmesi, uzun tırnaklı ve bakımlı elleriyle Crowe, filmin tek bir karesinde bile aksamayan bir performans sergiliyor.

    Nash’in sanrılarında gördüğü William Parcher(Ed Harris)’ın, kişiliğinin kuşkucu yanını; küçük kız Marcee’nin masum yanını ve erkek oda arkadaşının ise filmde hiç yer verilmemiş olan 'gizli eşcinsel eğilimlerini' simgelediğini düşünmek mümkün.

    Matematik dehasının, hayatında var zannettiği bazı insanların aslında 'var olmadıklarını' anlama süreci başarıyla yansıtılmış. Burada hiç süphesiz senarist Goldsman’ın başarısına da değinmek gerek. Geçmişte, 'A Time To Kill' gibi bir senaryonun yanında 'Batman Forever' ve 'Batman&Robin' gibi iki küçük çaplı felakete de imza atan Goldsman, Sylvia Nasar’ın kitabından çok yerinde alıntılar yapmış. Nash’in, hastalığına karşın espri anlayışını, zekasını ve en önemlisi de 'kalbini' koruyabilmesi, filmin en can alıcı noktalarını oluşturuyor. Örneğin, Alicia evi terk etmeye çalışırken Nash’in arabanın önüne atlaması ve sanrılarında görüp durduğu Marcee adlı küçük kızın hiç büyümediğini söylemesi, unutulmaz bir an..Tıpkı, Alicia’nın, kocasının elini kalbine götürerek 'neyin gerçek olduğunu' anlatmaya çalışması gibi.

    Ancak tüm bunlara karşın film, 'büyüleyici' olma şansını kaçırıyor. Bunun en büyük nedeni; tam da bu filmin ihtiyaç duyduğu yoğun romantizmin noksanlığı. Gerçi senarist Goldsman’ın bunun için haklı bir nedeni var. Karşı cinsle ilişkilerinde bir an önce 'sıvı transferine' geçmek isteyen John Nash’e, gerçek hayatında söylemediği sevgi sözcüklerini filmde söyletmek, elbette kisaçma olurdu. Ancak 'uyarlamanın sınırlarını zorlayarak' eklenebilecek birkaç sekans, birkaç replik, birkaç 'sinemasal an', dramın yanında romantizmin de etkisini artırabilirdi.

    Filmin büyüleyici olmasını engelleyen bir diğer neden de, Nash’in yaşlılık döneminin yansıtılması sırasında, anlatımın bozulması. O dakikalara kadar, normal karşılanabilecek ağır bir tempoyla devam film, bu bölümden itibaren iç ritmini kaybediyor. Kendimizi bir anda Nobel Ödül Töreni’nde buluyoruz. Eğer yaşlılık sürecinde Nash ile Alicia’nın birbirine olan bağlılığı verilmeye devam etseydi, Nash’in törendeki 'Sen benim bütün nedenlerimsin' sözü daha çok anlam kazanırdı. Filmin afişinde hemen dikkat çeken 'alyans'ların da vurgulamak istediği, ikisi arasındaki 'güçlü bağ', böylece daha inandırıcı olabilirdi. Tabii, bir de o sahnede, muhteşem Jennifer Connelly’nin, son derece başarısız bir yaşlandırma makyajı ile perdede gülünç göründüğünü üzülerek belirtmek gerek.

    'A Beautiful Mind', zihnin tıkanıp kaldığı noktalarda kalbin, gayet iyi bir rehber olabileceğini söylüyor. Hatta kimi zaman zihinde kurulan bazı parazit fikirlerden kurtulmanın yolunun, kalpteki sevgiden ve cesaretten geçtiğini vurguluyor. Bir şizofren hastasının tedavi edilmesi konusunda Nash’in geçirdiği deneyim, bilim adamlarına nasıl ışık tutmuşsa, inanılmaz bir azimle hastalıkla mücadele ederken 'kalbinde neyin gerçek olduğunu asla aklından çıkarmayışı' da bizlere örnek olmalı diye düşünüyorum. Nasıl mı? En az mantığımız kadar kalbimizden geçenlere de güvenerek..

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top