Bir Ben Var Bende Benden İçeri
Yazar: Onur Kırşavoğlu"Mickey 17", "Parasite" filmiyle sinema ve Oscar tarihine geçen, filmografisinin tamamıyla da adından sıkça söz ettiren Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho'nun yeni filmi. Edward Ashton'ın 2022 tarihli "Mickey7" romanından uyarlanan film birkaç kez vizyon tarihi değişikliği sonrası nihayet salonlara teşrif etti. Kara mizah ve bilim-kurgu türlerini ağırlıklı olarak peliküle aktaran yapımın başlıca rollerinde Robert Pattinson, Naomi Ackie, Steven Yeun, Toni Collette ve Mark Ruffalo yer alıyor. Yönetmenin filmografisinde "Okja" ve "Snowpiercer" arası bir yerde duran film yakın zamanda Berlin Film Festivali’nde gösterildi ve karışık eleştiriler aldı. Bu seviye bir yönetmenin filminin Mart ayında vizyona girmesine de pek alışık değiliz diyelim ve filme geçelim.
Film, buz gezegeni Niflheim'ı kolonileştirmek için gönderilen bir insan ekibinin "harcanabilir" üyesi olan Mickey Barnes'ın hikâyesini anlatıyor. Mickey, tehlikeli görevlerde ölmesi durumunda anılarını koruyarak yeniden klonlanmaktadır. Ancak, bir görev sırasında öldüğü sanıldığında, yerine Mickey 18 adlı yeni bir klon gönderilir. Mickey 17'nin geri dönmesiyle, iki klonun varlığı kolonide karmaşaya yol açar ve Mickey, kendi değeri ve kimliğiyle yüzleşmek zorunda kalır. Bong Joon-ho, hemen her filminde olduğu gibi sınıf ayrımı, kapitalist sistemin acımasızlığı ve insanın kendi değeri gibi temaları işlemeye devam ediyor. Bu filmde de özellikle işçi sınıfının sömürülmesi, sürekli klonlanan “harcanabilir” bir eleman üzerinden net bir şekilde önümüze çıkıyor. Bu sömürünün başındaki çift de biraz karikatürize bir şekilde, dünyada yükselen sağ politik tavrı temsilen, karşımıza diktatoryal bir betimlemeyle çıkıyor. Bu noktada filmin zayıf noktalarından biri de ortaya çıkıyor. Filmdeki toplumsal eleştiri, gelecek tasviri ve mizahı yönün harmanlanması izleyiciye tam geçmiyor. Biraz dağınık kalıyor ve o dengesizlik izleyiciyi yoruyor. Bir de "Blade Runner" ya da "Matrix" gibi insan ve kimlik üzerine, gelecek ve klonlanma konularında sırtına yüklediği misyonu tam anlamıyla cesurca işleyemeyince tüm bu ayarsızlık puan düşürücü bir noktada duruyor. Peki bu misyonun içerisinde neler var?
İnsan klonlama mevzusunun çatısının işçi sömürüsü olduğunu belirttik ve bu anlatı Chaplin’in "Modern Times" filmine kadar uzanan geniş bir skalaya da benziyor haliyle. Hatta, filmde de net olarak anlatıldığı üzere bu sömürü, gelecekte insanların klonlanıp, başka gezegenlere hayat götürüldüğünde dahi değişmeyecek. Bu net mesajın yanında bir de insanın kimlik arayışı mevcut. Mickey 17, Mickey 18’le bir araya geldiğinde “kendisi için kendisini öldürme” gibi seçenekleri de aklından geçiriyor. Daha sonra klonunun farklı karakteristik özellikleri onu varoluşsal bir sancıya sokuyor. Sevgilisinin tavrı üzerinden girdiği kıskançlık ise durumu iyice artırıyor. Bir kimlik bunalımı ve insani var oluş sorgulaması Mickey’ler üzerinden tersyüz ediliyor. Burada belki de belirli aralıkla yapılan bir tartışma yeniden gündeme gelebilir. Teknoloji önünde sonunda insan klonlamaya, yapay zeka hakimiyetine gidecek ve insanlık bunun neresinde yer alacak? Kötüye kullanım filmlerde her zaman yer alan tercih olmuştur ve senaristler çok da haksız değiller. Bu film de bu tartışmalara alan açacaktır ama bu fikrin tartışılmasını yüksek perdeden yapan filmler kadar etkileyici bir noktada değil. Söylemler daha basit, derdini anlatırken daha steril ve dengesiz mizah anlayışı filmin yüksek profilli bir seviyeye ulaşmasını engelliyor.
Film, klonlamayı sadece bilimsel bir yenilik ya da geleceğin kaçınılmaz bir parçası olarak ele almıyor. Bireyin kimliği, özgürlüğü ve değeri gibi bakış açılarıyla irdeliyor. Bu noktada romanın gücünün buradan geldiğini de belirtelim. “İnsan, biyolojik bir varlık mıdır, yoksa anılarımız mı bizi insan yapar?” sorusu film boyunca kafamızı meşgul ediyor. Kısacası, film klonlamayı bir çözüm olarak değil, insanın değerini ve özgürlüğünü tehdit eden bir uygulama olarak betimliyor diyebiliriz.
Filmin biçimsel anlamda çok daha başarılı olduğunu söylemek mümkün. Darius Khondji’nin sinematografisi ve Jung Jae-il’in müzikleri bir harika. Klostrofobik alanlar, ışık ve gölge kullanımının hikayeye göre değişimi ve renkler oldukça başarılı kullanılmış. Joon-ho filmlerinden alışık olduğumuz melodiler, bu kez de karşımızda. Karakterle bağ kurmamızın istendiği tanıma evresinde daha yumuşak tınılar hikaye akışına yardımcı oluyor. Filmde iki karakterle birden karşımıza çıkan Robert Pattinson elbette ön planda ve gayet iyi bir performans sergilemiş. Film, ödül sezonunda vizyon görseydi Pattinson’ın bir şansı olabilirdi ama çok erken vizyon kararı alınmış. Filmin karışık eleştiriler alması vizyonun erkene çekilmesine sebebiyet vermiş olabilir. Bunu filmin vizyonu sonrası daha net gözlemleyebiliriz. Son tahlilde, Bong Joon-ho’dan filmografisi açısından bir geri adım yaşamış olsak da derdini net anlatabilen, atmosferini iyi kuran, gelecek meseleleri için tartışmalara alan açan bir yapım var ortada. Dengesizlik ve dağınıklık gibi eleştirileri bolca duyacağız. Mizahi dozun ayarı ve temsilinde de sorunlar var ama gerek bilim-kurgu sevenler, gerekse anlattığı dertlere vakıf olanlar da filmi bağrına basacaktır.
Onur KIRŞAVOĞLU