Tarih Tekerrür Ettiğinde: Jurassic Mirası Üzerine
Yazar: Onur ÇakmakBir brontosaurus göğe doğru uzanır. Yaprakların hışırtısı diner. John Williams’ın teması yükselir. Karakterler susar. Seyirci de öyle. Çünkü ekranda sadece bir yaratık değil, zamanın içinden süzülen bir görkem belirir. "Jurassic Park"ın sinema tarihine armağan ettiği bu duygu, huşuya benziyor. Serinin her halkası, o ilk sessiz şaşkınlığı yeniden yaratmayı denedi. Ama her seferinde biraz daha azıyla yetinmek zorunda kaldı. Şimdi karşımızda "Jurassic World: Rebirth" var. Dev yaratıklar, epik bir atmosfer, büyük kayıplar. Acaba halen bunlar için heyecan duyabiliyor muyuz?
Gareth Edwards, bu projeyi kabul ettiğinde "Her şeyi bir kenara bırakıp koşa koşa geldim." demişti. Spielberg’ün ilk filmine duyduğu hayranlığın altını çizen yönetmen, bu son yapımda seriye daha ağırbaşlı, daha distopik bir yorum katıyor. Ve bunu kariyerinde ilk kez tercih ettiği 35mm Kodak filmle, kullandığı özel lenslerle ve sabırlı bir görüntü yönetimiyle yapıyor. Görüntü yönetmenliği koltuğunda oturan Greig Fraser’ın puslu ve solgun tonlamasıyla bezeli bu dünya, artık tanıdık bir dinozor cennetinden çok, yarım kalmış bir evrim deneyini andırıyor.
"Rebirth", yeni üçlemenin (World, Fallen Kingdom, Dominion) ardından gelen bir film. Bu açıdan serinin mirasını devralmakla kalmıyor, onu yeniden şekillendirmeyi de amaçlıyor. Önceki yapımlarda şirket hırsı, doğa ile savaş ve işlerin çığrından çıktığı klasik temalar öne çıkarken, bu kez insanlık yorgun. Dinozorların artık her yerde oluşu, onların mucizevi doğasını biraz silikleştirmiş. İçlerinden birisi Brooklyn Köprüsü’nü tıkadığında kimse büyülenmiyor; sadece kornalar çalıyor ve hayat sürüyor. İşte bu sıradanlaşma, anlatının temel açmazına dönüşüyor: Bu denli kanıksadığımız şeylere bakarken hayranlık duyabilir miyiz?
Oyunculuk tarafına gelince, Scarlett Johansson’un Zora karakteri, gizli operasyonlarla dolu geçmişine rağmen manevi bir boşluk taşıyor gibi görünüyor. Dev Patel’in oynadığı kriz yöneticisi Rafiq ve Jonathan Bailey’nin içe dönük paleontoloğu Loomis de hikaye örgüsünün farklı tonlarını temsil ediyor. Ancak bu çok sesli yapı, zaman zaman dramatik derinliği dağıtıyor. Özellikle Mahershala Ali ve Rupert Friend’in karakterleri potansiyel vaat etse de senaryo onları yalnızca işlevsel kurgular olarak bırakıyor. Hikayenin bir yan kolu ise, denizde mahsur kalan bir aile üzerinden insani boyut kazandırmaya çalışıyor. Ama karakter sayısı arttıkça, hissedilen şeyler seyrekleşiyor.
Filmin yaratık tasarımı ise belki de serinin en ilginç ve üzerinde en çok durulması gereken yeniliklerinden biri. David Koepp’in zihninden çıkan “Mutadon”, (bir pterozor ve raptor melezi), yalnızca bir dinozor değil, bir mutasyon olarak sahne alıyor. Edwards’ın açıklamalarına göre bu yaratık, Xenomorph’tan Rancor’a uzanan klasik canavar mitolojilerinden esinlenerek yaratılmış. Estetik olarak çarpıcı, sinematografik olarak ise ürkütücü. Ancak bu tasarımın sinematik hafızaya kazınması için daha fazlası gerekiyor: Sessizlik, beklenti, zamansızlık hissi... Film, bu anları yaratmakta yeterince cömert değil.
Alexandre Desplat imzalı müzikler "Jurassic Park" efsanesinin arkasındaki isimlerden John Williams’a saygı duruşu niteliğinde. Özellikle Jonathan Bailey’nin canlandırdığı Loomis’in solo performansı hem karaktere hem de tüm seriye nadir rastlanan bir samimiyet katıyor. Ancak genel olarak film, görsel ve işitsel anlamda ne kadar incelikliyse, tematik olarak da bir o kadar dağınık. Kalp hastalıklarına çare olacak genetik materyalin peşine düşen bir ekip mi izliyoruz, yoksa uygarlığın sonuna tanıklık eden bir yıkımın günlüğünü mü? Senaryo ikisini de söylüyor ama hiçbirini tamamlamak konusunda mahir değil sanki.
"Jurassic World: Rebirth", yüksek prodüksiyon değeri, yaratık tasarımı ve atmosfer kurma becerisiyle muhakkak dikkat çekici. Ama serinin asıl gücünün, devasa ayak seslerinden çok, durup nefes alan sessizliklerde gizli olduğunu unutmuşa benziyor. Belki bu film gerçekten bir “rebirth” değil; daha çok, geçmişi heybetli bir anlatının geri dönmeye çalışırken yolunu kaybettiği bir ara dönem olarak hatırlanacak. Dinozorlar yine oradalar. Ama artık yalnızca büyük değiller. Aynı zamanda tanıdıklar. Ve tanıdık olan, artık nadiren şaşırtır.
Onur ÇAKMAK