Hesabım
    Muhteşem Güzellik
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    5,0
    Kusursuz!
    Muhteşem Güzellik

    Bu muhteşem güzelliği sakın kaçırmayın!

    Yazar: Hilal Çetinder

    Bu yıl Oscar’larda ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ adayları arasında yer alan ‘’La Grande Bellezza (Muhteşem Güzellik)’’, İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino’nun son filmi. Sorrentino, gördüklerinin büyüsüne kapılan Japon turistle ilişiğini acımasızca kesip, gönül rahatlığıyla kalıcı ‘turist’e bırakıyor yedi tepeli Roma’yı. Merkezde, kendisi gibi sonradan Romalı bir adam ve anlı şanlı Roma var. Aşıkların, yazarların ilham kaynağı; Hıristiyanlığın merkezi, kutsal şehir Roma... Turistlerin, sanatın, Sezar ve Neron’un hatta belki en çok Fellini’nin şehri. Eminim, ilk başrolü ve tek Oscar’ı nedeniyle (Roma Tatili), Audrey Hepburn için de bir başkadır değeri. Sorrentino’nun Roma’sında, yarım yüzyıl sonrasında bile, tüm bu şatafatın arasında Fellini ile Marcello (La Dolce Vita) ve belki Guido’yu (Sekiz Buçuk), hatta hiç üşenmeden Milano’dan gelecek Lidia – Giovanni çiftini (La Notte) hayal etmemizin, kapanış jeneriğinde turladığımız Tevere Irmağı’ndan geçerken ünlü yönetmen Pasolini’yi –hüzünle- anmamızın bir sakıncası yoktur umarım. Ama bu defalık tüm görkemiyle Sorrentino ve başkarakterinin şehri...

    Sadece dekor olarak kalmayıp filmin kahramanı da olan Roma’da, muhteşem teraslı bir evde yaşıyor Jep Gamberdella (Toni Servillo). Güzellik göreceyse şayet, ‘Muhteşem Gamberdella’nın hayatı da güzelliklerle dolu. Masumiyetin güzelliğini görmeyeli (yitireli) ise çok zaman olmuş. Yazın hayatına, yıllar öncesinde kalan çok satan bir romanla başlamış ve kendisine ün kazandıran bu tek atımlık başlangıcın ardından, dergi yazarı olmuş. Artık yaz(a)mayan bir yazar, üstelik fena halde karizmatik. İşte tam da bu sebeple, yüksek sosyetenin içinde ‘ayrıcalıklı’ olarak çıkarıyor şehrin tadını. Filmin henüz başında Fransız yazar Louis-Ferdinand Celine’den alıntılanan satırların başlığına (Gecenin Sonuna Yolculuk) harfiyen uyan, Holly’nin Tiffany önü kahvaltısı misali, ritüele dönüşen uzun yürüyüşlerle bitiyor mesaisi (gecesi). ‘O an’a kadar da, gösterişli partiler ve ‘ilginç’ konuklu akşam yemekleriyle, alaycı sohbetler, savurgan yaşamlar ve duygusal iflaslarla, ‘zengin’ kartvizitliler ve oyun çağındaki çocuklarını birer deha olarak pazarlayan anne babalarla geçiriyor zamanını. Sorrentino’nun karakter (fiziksel) yaratmadaki başarısına, son iki filminde -Giulio Andreotti (Toni Servillo - Il Divo) ve Cheyenne (Sean Penn - Olmak İstediğim Yer)- tanık olmuştuk. Ancak ‘görünürde’ olmak istediği yere en yakın karakteriyle bu filmle tanışmış olmalıyız. Il Divo, ilginçtir ki, ‘’Bir uzmanlık alanında mütevazi bir özgeçmişim olsun isterdim, kültürel bir meşrutiyetimin olmasını...’’ sözleriyle tamamlıyordu filmini. Toni Servillo, sanki bu dileği gerçekleştirmek istercesine, yeniden bir Sorrentino karakterine bürünüp, harikalar yaratıyor! Jep’in mütevazi bir özgeçmişi yok belki ama artık pek de umursamadığı özgeçmişiyle kültürel bir meşrutiyeti olduğu kesin. Fitzgerald şöyle der romanında (Gece Güzeldir): ’’Ruhun yaraları yanlışlıkla derideki yaralara benzetilmiştir. Oysa yitirilmiş bir insan ya da yitirilmiş bir hayat parçası, kaybedilmiş bir organa benzer. Onsuz yaşaması öğrenilir; yıllarca akla gelmeyebilir. Ama günün birinde bu organı özleyecek olursanız, bu sızının devası yoktur.’’ Yönetmenin diğer karakterleri  geçmişle boğuşup geleceğe küsebilir ya da soğukkanlılıkla görmezden gelebilirdi bu satırları. Oysa gecelerin efendisi Jeb Gamberdella çok özel bir karakter. Yeni yaşıyla beraber çıktığı hayat yolculuğunda, istediğinde harika hissedebilir ya da bir nefes sigarayla sıyrılıp, ‘yatak odası’ angaryasına sırtını -hiç tereddütsüz- dönebilir.

    Sorrentino, bu görkemli kısırdöngünün kapılarını ‘Far I’Amore’ şarkısı eşliğinde öylesine çılgın bir partiyle açıyor ki, başta doğum günü çocuğu Jep olmak üzere, seyredende tanışma isteği uyandırıyor her biri. Ya o farkındalığın gövde gösterisine dönüştüğü sahneler; eleştiri ile özeleştirinin iç içe geçtiği paylamalar, teoriyle pratiğin mükemmelen birleştiği cenaze ya da lüks birer ticarethane olarak yönetilen estetik merkezindeki bekleme anlarında olduğu gibi, hikaye yerine durum üzerinden zarafetle atılan tokatlar... Filmin senaryosunu da yazan yönetmene şu soruyu sordurduğu için bile şapka çıkarmak gerek: ‘‘Nasıl oluyor da, aslında hiçbir anlamı olmayan yüzeysel ve kopuk ilişkiler arasında, böylesi yapay, kaygan ve görkemli bir zeminde en ufacık bir diyalog bile kaybolmadan yer bulabiliyor kendine?’’

    Şu satırlar için hiç de erken değil: Sinema sanatının neredeyse tüm enstrümanlarını kullanan ‘Muhteşem Güzellik’, yılın en iyi filmlerinden biri. Eklenecek yıllarla birlikte, daha da değerlenecektir eminim. Ama yazmakla olmuyor, anlamını yitiriyor. En iyisi filmin başladığı şekliyle, Celine’le noktalayalım yazıyı: ‘’Her yer tiyatro sahnesine döndüğüne göre, rol yapmak gerekiyordu...’’ Ve en iyisi bu ‘muhteşem’ güzelliği sakın kaçırmayın! Klasik kadar, klasikleşecek olanı perdede izlemek de ayrıcalık değil midir?

    twitter.com/hilalcetinder

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top