Eğer bir su aygırı konuşabilseydi onu anlayamazdık...
Yazar: İdil Hazal Acar2025 Berlinale’nin başlamasına sayılı gün kala, geçen yılki edisyonun önemli filmlerini izleme imkânı buluyoruz. Geçtiğimiz yılın yönetmenlik dalında Gümüş Ayı’sını alan Nelson Carlos De Los Santos Arias filmi “Pepe”, epeyce gecikerek de olsa, sonunda MUBI’de izleyiciyle buluştu. Filmin aldığı ödül ve genel olarak festival yolculuğu büyük bir beklenti yaratıyor ancak kendisi için büyük hayal kırıklığı diyebilirim.
Hayal kırıklığımın en öncelikli sebebi, “Pepe”nin aynı festivalde birincilik ödülü alan “Dahomey” ile aynı anlatı pattern’ini izlemesi. İki filmde de Afrika’dan kaçırılan özne (“Dahomey”de heykel, “Pepe”de su aygırı) uzun süre yabancı topraklarda bulunur ve bilinç kazanarak kökenlerine dair bilgilendirmeler yaparak izleyiciye dış ses olur. Afrika’dan kaçırılan bu öznelerin yer aldığı filmlerin en büyük ödülleri almasında jüri başkanı Lupita Nyong’o’nun ne kadar etkisi olmuştur bilemiyorum ama varoluşsal sancılarını yeni öğrendiği insan dilinde yarım yamalak aktarmaya çalışan Pepe’nin, sinematografisi dışında, başarılı bir film olduğunu düşünmüyorum.
Filmin konusuna gelecek olursak, ilk kısımda Namibya’daki Alman bir tur otobüsünde bölgedeki su aygırlarına dair genel bilgilendirme yapıldığını görürüz. Çok geçmeden ana kahramanımız Pepe’nin anlatımıyla anne ve babasının Pablo Escobar’ın kişisel hayvanat bahçesine katılmak üzere Namibya’dan kaçırıldığını öğreniriz. Su aygırları doğal ortamları olmayan bu yeni bölgede iyi bir bakımla popülasyonlarını arttırmış ve sayılarını 18’e kadar çıkarmıştır. Pepe bu dönemde hem ailesi içindeki liderlik mücadelelerine hem de Escobar’ın ölümüyle su aygırlarının kaderinin de farklı bir yola ilerleyişine tanık olur. Filmin ikinci kısmında, Kolombiya Escobar’ın ardından biraz özgürleşmiş ve canlanmıştır. Halk su aygırlarını hayvanat bahçesi gezintisi içinde izleme ve fotoğraf çektirme imkânı bulur, elbette hayvanlar durumdan çok da hoşnut değildir. Bu sıralarda Pepe de kendi ailesi içinde bir güç mücadelesine girdiğini anlatır. Ağabeyinin krallığını alt edemediği için sürgüne gönderilir. Artık nehrin başka bir kolunda yalnız bir su aygırıdır.
Filmin son bölümüne doğru ilerlediğimizde Pepe’nin yaşamakta olduğu nehirde avlanan yerel balıkçıların hayatlarına tanık oluruz. Balıkçı Candelario bir gece nehirde “canavar” olarak tanımladığı Pepe ile karşılaşır. Kolombiya’nın habitatında doğal olarak su aygırı bulunmadığı için neyle karşılaştığını anlayamaz. 33 yıllık karısı Betania’ya gördüğü canavarı anlattığında karısı ona inanmaz. Bu canavar hikayesi zaten gerilimli olan ilişkilerini iyice rayından çıkarır. Candelario, balıkçı arkadaşlarıyla bir araya gelerek bölge müfettişinden “canavar”ı öldürmeleri için yardım ister. Tıpkı karısı gibi müfettiş de ona inanmaz. Bu sırada Betania, bölgede düzenlenecek bir güzellik yarışması için elbise dikmektedir. Yarışmaya çeşitli köylerden katılan kızlar, köylerinin en büyük sorunu ve kendilerinin gelecekten beklentilerine dair konuşmalar yaparlar. Bu sahnede görürüz ki Kolombiya’nın başıboş bir su aygırından çok daha büyük sorunları var. Ancak Pepe’nin medyada ve kamuoyunda gündem olmasıyla, infaz kararı gelir. Pepe’yi öldürmek için asker göreve çağırılır. Ve tıpkı Escobar gibi, Pepe de açılan bir ateş sonucu ölür.
Pepe’nin sinemadaki geleneksel anlatım dilini yıkarak bir hayvanın dilinden; kimi zaman İspanyolca kimi zaman Afrikaanca, kimi zaman ise sadece bir su aygırının homurdanmasıyla hikayesini anlatmasının çok özgün bir sanatsal ifade biçimi olduğunu kabul etsem de, (hatta bu yönüyle Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”da bir köpeğin ağzından yazdığı “Ben, Köpek” bölümünü hatırlasam da) uygulamanın pek başarılı olmadığı ve izleyiciyi bu hikayede tutmasının çok zor olduğunu düşünüyorum. Bu aslında Wittgenstein’ın dil felsefesi öğretisinin yerinde kullanıldığını da gösteriyor. Çünkü Avusturyalı filozofun da söylediği gibi “Eğer bir aslan konuşabilseydi, onu anlayamazdık.”, yani insan dışı bir canlının insan kelimelerine aşina olmasına rağmen aynı kelimeleri kullanarak doğru ifadeyi yakalaması imkansızdır. Bunun yönetmen tarafından doğru anlaşılmış olması ve gerçekten de çoğu zaman Pepe’nin konuştuğu kelimelerle bir şey anlatamamasını takdir ediyorum, ne var ki zaten görsel olarak pek çok kopuk görüntünün (kimi zaman da sevimli bir hipopotam animasyonunun) bir araya getirildiği bir filmde en azından anlatıcının bir bağlayıcı görevi görmesini beklerim. Pepe ise bu görevi yerine getiremiyor.
Binlerce insan öldüren Escobar’dan kurtulmakta bu derece güçlük çeken Kolomibya yönetiminin ve silahlı kuvvetlerinin çaresiz bir hayvanı öldürmek söz konusu olduğunda ne kadar cevval olduğunu görmek insan doğasına karşı bende de Pepe’de uyandırdığı gibi bir hayret uyandırıyor ama filmin izleyici gözünde edineceği yerden hayli şüpheliyim. Festivallerde alınan ödüllerin bir filmin başarısına dair yegâne kriter olmadığını Pepe sayesinde tekrar hatırlamış olduk.
İdil Hazal ACAR