Bir filmin sonu, izleme deneyimini tamamen şekillendirebilir ya da bozabilir. Sadece beş dakikalık bir süre, bir yapımın başarısız mı yoksa bir başyapıt mı olacağını belirleyebilir. Ne yazık ki bu hedefe ulaşmak kolay değildir ve yıllar boyunca gayet iyi hikâyelere sahip birçok film, tatmin edici bir final sunamadığı için hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu yüzden ideal bir film, yalnızca sizi sürükleyici bir yolculuğa çıkarmakla kalmayıp bu yolculuğu temayı güçlendiren, bakış açınızı değiştiren ya da her ikisini birden yapan bir sonla bitiren filmdir.
Neyse ki, tam olarak bunu yapan, son anlarında izleyicilere yıllar boyu akılda kalacak yoğun ve nefes kesici deneyimler sunan harika filmler de var. İşte final anlarıyla sinema tarihinde iz bırakan, en yoğun ve etkileyici kapanışa sahip filmlerden oluşan seçkimiz.
The Shining (1980)
Warner Bros.
Stephen King’in 1977 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan The Shining, yoğun gerilimin sözlük tanımıdır. Film, alkol bağımlılığından kurtulmaya çalışan ve yazar olma hayalleri kuran Jack Torrance’ın (Jack Nicholson) karısı (Shelley Duvall) ve oğlu (Danny Lloyd) ile birlikte sezon dışında bekçilik yapmak üzere lanetli bir otele yerleşmesini konu alır. Hikâye ilerledikçe, otelde kol gezen karanlık güçler Jack’i yavaş yavaş deliliğe sürüklerken oğlu Danny de gizli kalmış psişik yeteneklerini keşfeder.
Psikolojik korku türünün sürükleyici ve tekinsiz zirvelerinden biri olan The Shining’de neredeyse her sahne gerilim yüklüdür; ancak filmi akıllara kazıyan esas unsur finalidir. Mekânın dehşetini ve Jack’in akıl sağlığındaki çözülüşü tam anlamıyla gösterdikten sonra, son dakikalar hikâyeyi esrarengiz bir notayla kapatır. Film, yakın tehlike bertaraf edilmiş gibi görünse de otelde pusuda bekleyen kötülüğün hâlâ diri olduğunu, belki de yeni kurbanlarını gözlediğini ima eder.
Vertigo (1958)
Paramount
Alfred Hitchcock’un başyapıtları arasında kabul edilen Vertigo, Boileau‑Narcejac’ın 1954 tarihli Ölüler Arasında (D’entre les morts) romanından uyarlanmış bir kara film psikolojik gerilimidir. Filmde James Stewart, San Francisco polis teşkilatından yeni emekli olmuş, travmatik bir olay sonrası vertigo ve şiddetli yükseklik korkusu geliştiren dedektif John “Scottie” Ferguson’ı canlandırır. Scottie, bir tanıdığının eşi Madeleine’i (Kim Novak) gözetlemesi için tutulduğunda, kendini aldatma ve trajediyle örülü çarpık bir oyunun içinde bulur.
Dönemi için son derece yenilikçi, sanatsal açıdan iddialı bir gizem filmi olan Vertigo, ilk gösteriminde eleştirmenlerden beklenen övgüyü alamadı. Ancak yıllar içinde yeniden değerlendirilerek tüm zamanların en büyük filmleri arasında yerini aldı ve pek çok yönetmene ilham verdi. Bu ünün büyüklüğünü sağlayan etkenlerden biri de çarpıcı finalidir. İzleyiciyi Scottie’nin gözlerinden, neredeyse psikedelik bir atmosfere sürükleyen film, son dakikalarda olayın tam gerçeğini açığa çıkarır; kahramanın fobisini yenmesine yol açsa da ona trajik bir kalp kırıklığı bırakır.
Casablanca (1942)
Warner Bros.
II. Dünya Savaşı yıllarında çekilip aynı dönemde geçen Casablanca, sinema tarihinin en büyük aşk filmlerinden biri olarak kabul edilir. Filmde Humphrey Bogart, Casablanca’da gece kulübü işleten Amerikalı Rick karakterini canlandırır. Rick, eski aşkı Ilsa (Ingrid Bergman) ve onun direniş lideri eşi Victor Laszlo’nun (Paul Henreid) Nazi tehdidinden kaçmalarına yardım edip etmemek arasında zor bir seçim yapmak zorunda kalır. Yapımda ayrıca Claude Rains, Conrad Veidt, Sydney Greenstreet, Peter Lorre ve Dooley Wilson gibi isimler de unutulmaz yan roller de yer alır.
Akademi Ödüllü Casablanca, sinema tarihinin en saygıdeğer yapıtlarından biri olmasının yanı sıra, gösterime girmesinden 80 yıl sonra bile izleyiciler tarafından sevilmeye devam etmektedir. Filmde bazı mantık hataları ve tarihsel tutarsızlıklar bulunsa da final sahnesi tüm kusurları unutturur. Son dakikalarda Rick, sinema tarihine kazınan o ölümsüz repliği söyler: “Louis, sanırım bu güzel bir dostluğun başlangıcı.”
Se7en (1995)
New Line Cinema
Kara film tarzı bir suç gerilimi olan Se7en, cinayetlerini yedi ölümcül günaha göre kurgulayan bir seri katilin peşine düşen kıdemli dedektif William Somerset (Morgan Freeman) ile yeni atanan ortağı David Mills’in (Brad Pitt) hikâyesini anlatır. Filmde ayrıca Richard Roundtree, R. Lee Ermey, John C. McGinley ve Kevin Spacey rol alırken; Gwyneth Paltrow, David’in eşi Tracy’yi canlandırır. İsmi verilmeyen, suçla boğuşan bir şehirde geçen yapımın senaryosu Andrew Kevin Walker’a aittir.
Filmin orijinal finali stüdyo yöneticileri tarafından değiştirilmek istenmiş, ancak yönetmen David Fincher’ın ısrarıyla ilk hâli geri getirilmiştir. İyi ki de öyle olmuştur, çünkü Se7en’ın finali filmin imza anıdır: Katilin ustaca kurduğu planın son halkasını ortaya koyarken başkahramanları yıkıcı bir sona sürükler. Özellikle o sahne, Brad Pitt’in kariyerindeki en çarpıcı performanslardan biri olarak kabul edilir ve sinema tarihinin unutulmaz twist’leri arasında yer alır.
The Sixth Sense (1999)
Buena Vista
Başrolünde Bruce Willis’in yer aldığı psikolojik gerilim filmi The Sixth Sense (Altıncı His), ölüleri gördüğünü ve onlarla konuşabildiğini iddia eden küçük bir hastayı tedavi etmeye çalışan çocuk psikoloğu Malcolm Crowe’u takip eder. Malcolm, çocukla vakit geçirdikçe onun gerçekten doğruyu söylediğini anlar ve sonunda sarsıcı bir gerçekle yüzleşir. Haley Joel Osment, Malcolm’un hastası Cole’u canlandırırken, Toni Collette, Olivia Williams ve Donnie Wahlberg gibi isimler de önemli rollerde yer alır.
Eleştirmenlerden övgü alıp gişede büyük başarı yakalayan Altıncı His, M. Night Shyamalan’ın kariyerindeki en yüksek hasılatlı film olma unvanını taşır. Yapım, tüm zamanların en iyi gerilim filmlerinden biri olarak görülür ve En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Özgün Senaryo dâhil olmak üzere altı dalda Oscar adaylığı kazanmıştır. Sürpriz finalleriyle tanınan Shyamalan’ın belki de en güçlü sürprizine sahip olan film, son dakikalarında izleyicinin tüm bakış açısını ters yüz ederken karakterlerine de hak ettikleri kapanışı sunar.
Fight Club (1999)
20th Century
Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanından uyarlanan Fight Club (Dövüş Kulübü), adı verilmeyen Anlatıcı’yı (Edward Norton) merkeze alır: Hayatından bezmiş, beyaz yakalı bir çalışan, gizemli sabun satıcısı Tyler Durden’la (Brad Pitt) tanışınca rutini altüst olur. İkili, benzer biçimde hayal kırıklığına uğramış erkekleri bir araya getirdikleri “dövüş kulübü”nü kurar. Ancak Tyler’ın planları büyüyüp tehlikeli boyuta ulaştıkça Anlatıcı giderek huzursuzlanır. Filmde Helena Bonham Carter ve Jared Leto gibi isimler de önemli yan rollerde yer alır.
1999’da gösterime girdiğinde son derece kutuplaştırıcı eleştiriler alan ve gişede beklentinin altında kalan Fight Club, yılın en tartışmalı yapımlarından biri olmuştu. Zamanla kült statüsüne yükselen film, 90’ların sonunu tanımlayan başyapıtlardan biri hâline geldi; replikleri ve fikirleri popüler kültürde kalıcı yer edindi. Postmodern ve anarşik bir gerilim olan Fight Club’ın finali, Anlatıcı ile Tyler arasındaki çatışmayı dünya düzenini altüst edecek bir eylemin fonunda doruğa taşıyarak hikâyeyi mükemmel bir noktada sonlandırır.
Whiplash (2014)
Sony Pictures
Bir psikolojik müzik dramı olan Whiplash, hırslı caz bateristi Andrew Neiman’ı (Miles Teller) merkezine alır. New York’taki prestijli bir konservatuvara katılan Andrew, acımasız eğitmeni Terence Fletcher’ın (J.K. Simmons) sert yöntemleriyle sınırlarını zorlayarak mükemmelliğin peşine düşer; bu uğurda sağlığını ve ruh hâlini tehlikeye atar. Teller ve Simmons’a ek olarak filmde Paul Reiser, Melissa Benoist, Austin Stowell ve başka isimler de rol alır.
Evrensel övgü toplayan ve büyük başarı kazanan Whiplash, 2014 Sundance Film Festivali’nde Dünya Prömiyerini yapmış; “Seyirci Ödülü (Dramatik)” ile “Büyük Jüri Ödülü (Dramatik)”nü kazanmıştır. Neredeyse kusursuz senaryosu, yönetimi ve oyunculuklarıyla parlayan bu müzikal film, kelimelerden çok müziğiyle konuşur; özellikle de finalinde. Son sahnelerde Andrew’un sergilediği muhteşem ve son derece zorlu davul solosu, filmi bambaşka bir seviyeye taşır ve izleyicide sözcüklerle tarif edilemez bir etki bırakır.
Psycho (1960)
Paramount Pictures
Slasher türünü tanımlayan film olarak kabul edilen Psycho, Robert Bloch’un 1959 tarihli romanından uyarlanan 1960 yapımı bir gerilim klasiğidir. Filmde Janet Leigh, patronundan çaldığı parayla kaçan güzel bir kadını canlandırır. Gece bastırınca ıssız bir motelde konaklayan kadın, işletmeyi yöneten içine kapanık genç adam Norman Bates (Anthony Perkins) ile tanışır ve bu karşılaşma, çarpık olaylar zincirini ateşler. Leigh ve Perkins’in yanında Vera Miles, John Gavin ve Martin Balsam da önemli yan rollerde karşımıza çıkar.
İlk gösterildiğinde beklenen ilgiyi görmese de Alfred Hitchcock’un Psycho'su bugün sinema tarihinin en büyük filmlerinden biri sayılır. Sürprizlerle dolu, deha ürünü bir gerilim örneği olan yapımın en çarpıcı anı, finalindeki büyük ters köşesidir. Tam olarak ne olduğunu açıklamak hâlâ affedilmez bir spoiler olur (Evet, çıkışının üzerinden altmış yıl geçmiş olsa bile). Yalnızca şunu söylemek yeterli: Anthony Perkins o son sahnede, sinema tarihinin en korkutucu ve unutulmaz performanslarından birini sergiler.