Hesabım
    Beni Adınla Çağır
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    5,0
    Kusursuz!
    Beni Adınla Çağır

    Konuşmak mı daha iyi, yoksa ölmek mi?

    Yazar: Ali Ercivan

    “Beni Adınla Çağır” (Call Me by Your Name) geçtiğimiz sene Şubat ayında Sundance Film Festivali’nde gerçekleşen ilk gösteriminin hemen ardından başlayan ve yıl boyunca dinmek bilmeyen büyük bir heyecanı dalga dalga sürdürerek en sonunda Oscar adaylıklarına kadar ulaştı. En İyi Film dahil 4 adaylığı bulunan filmin, günümüzün gitgide muhafazakarlaşan ve bundan gurur duyar gözüken Türkiye’sinde vizyona girmesi planlanmıyordu. Filmekimi’nde gerçekleşen gösterimler ve hemen ardından Beyoğlu Sineması’nda Başka Sinema işbirliğiyle yapılan özel etkinlik, bu yüzden çok değerliydi, doldu taştı. Neyse ki Bir Film “Beni Adınla Çağır”ı perdede izleyemeyenlerin imdadına yetişti ve Oscar adaylıklarının peşisıra gösterime girmesini sağladı. Umudumuz filmin olabildiğince çok izlenebilmesi.

    Mısır doğumlu edebiyat tarihi profesörü André Aciman’ın romanından uyarlanan filmin senaryosu usta sinemacı James Ivory’ye ait. Ivory, “Günden Kalanlar” ve “Howards End” başta olmak üzere çok sayıda klasikleşmiş filmin, şimdi 89 yaşındaki yönetmeni. Yaşı ilerlediği için, özellikle de yapımcısı ve hayat arkadaşı Ismael Merchant’ı da kaybettikten sonra çok nadir film yapar oldu. Halbuki kostüme film denince Merchant-Ivory bir markaydı.

    James Ivory, 1987 senesinde, başrollerinde Hugh Grant’in de oynadığı “Maurice” adlı E.M. Forster uyarlamasıyla sinema tarihine önemli bir eşcinsel aşk hikayesi kazandırmıştı. Otuz sene sonra “Beni Adınla Çağır”ı da kendisi yönetmeyi planlıyordu. İtalya’da yaşadığı bölgede geçiyordu bu hikaye ne de olsa. “Io Sono Amore” ve “A Bigger Splash” filmleriyle son yıllarda büyük sükse yapan İtalyan yönetmen Luca Guadagnino (‘Guadanyino’ şeklinde telaffuz ediliyor) da ona mekan sorumlusu olarak bu yolculukta yardım ediyordu. Fakat belki yaşından, belki Guadagnino isminin daha güncel olmasından, yönetmenlik koltuğunu da İtayan meslektaşına devretti sonunda. Açıkçası, bazı açılardan iyi de etti. Ivory’nin rejisiyle “Beni Adınla Çağır” daha klasik, daha tutkusuz bir filme dönüşebilirdi. Guadagnino filme daha modern ve daha şehvetli bir dil kazandırdı belli ki.

    Elio ve Oliver’ın öyküsü bu. Sene 1983. Elio, entelektüel bir ailenin 17 yaşındaki oğlu. Yazlarını geçirdikleri taşra evine, her sene olduğu gibi sanat tarihi profesörü babasına hem asistanlık etmek hem de kendi tezinde yardım almak için Amerika’dan bir üniversite öğrencisi geliyor. Bu sene seçilen Oliver’ın yaşıysa 24. Elio, tam kanı kaynayan bir dönemde ve cinsel olarak son derece aç. Akranı bir genç kız olan Marzia ile flört halindeler. Fakat Elio’nun gözünün sürekli Oliver’da olduğunu fark etmekte gecikmiyoruz.

    “Beni Adınla Çağır” romanı, Elio’nun ağzından, yani birinci tekil şahıstan yazılmıştı. Filmin senaryosu da önce Elio’nun dış sesiyle yazılmış. Fakat daha sonra bu kafa seslerine ihtiyaç olmadığını düşünmüş, hepsi çıkartılmış. Bu da ister istemez, Elio’yla aramıza bir mesafe koyuyor. Kamera onu izleyen dışardan bir göze dönüşüyor. Kitabı okuyan, delikanlının aslında her şeyi denemeye hevesli ve kendi cinsel yönelimi konusunda bir karara varmamış olduğunu biliyor. Oliver’ı ilk andan itibaren arzuladığını da... Filmin konusuna dair önceden fikri olmayan bir seyirciyse, Elio’nun Oliver’a ilgisini hemen ilk anda fark etmeyebilir. İki erkeğin birbirlerine kur yapma, işaretler yollama, karşılık göremeyince bozulma, birlikte oldukları kızları kıskanma, birbirlerine laf sokup küsme, sonra yeniden barışma gibi süreçlerle ilerleyen diyaloğunu yavaş yavaş idrak edebilir. Sorun değil. Belki daha bile iyi. “Beni Adınla Çağır”ı bir uyarlamanın ötesinde, uyarlandığı romandan bağımsız, hatta belki daha güçlü bir eser yapan bu tercihler.

    Elio ve Oliver’ın 1983 yılında birbirlerine açılmakta bayağı gecikmelerini anlamak kolay. “Ya karşı taraf benim gibi değilse... Ya her şeyi yanlış yorumladıysam... Bir adım atarsam ve her şey mahvolursa... Arkadaşlığımızdan bile mahrum kalırsam...” İkisinin kafasını da meşgul eden sorular bunlar. Hatta Oliver için, Elio’nun yaşı mevzusu da var. Birçok Batı ülkesinde olduğu gibi İtalya’da da 16 yaşını doldurmuş biriyle cinsel ilişki yasal. Fakat ahlaki bir soru işareti yine de ortada. Filmle ilgili tartışılan bir konu zaten bu. Yasal bir engel yok ikisinin birlikteliğine. Fakat genç bir oğlanın toyluğundan faydalanmakla itham edilmek de var işin ucunda. Bu gibi sebeplerden, filmin ilk yarısı, iki karakter arasındaki cinsel tansiyonla geçiyor. Her şeyi değiştiren, Elio’nun annesinin okuduğu, sevdiği prensese aşkını anlatmaya cesaret edemeyen şövalyenin hikayesindeki soru: “Konuşmak mı daha iyi, yoksa ölmek mi?”

    Bir yaz aşkının filmi “Beni Adınla Çağır”. O kadarla da sınırlı kalmayan ve Elio’nun kendini bulmasını sağlayan bir ilk aşkın filmi. Ana akım sinemada bugüne dek izlediğimiz ve yine Oscar radarına girmiş başka örneklere, “Brokeback Dağı” veya “Ay Işığı”na göre çok daha cüretkar ve daha ‘queer’. Ancak her şeyin ötesinde, homoseksüel veya heteroseksüel fark etmez, cinselliğini keşfetmeye ve yaşamaya başlayan her gencin iç dünyasına temas edebildiği için güçlü bir film. Kim olduğunu keşfetmeni sağlayacak, her şeyden çok seveceğin ve bir daha nasıl kopacağını bilemediğin birini bulmakla ilgili...

    Oliver’ın ve birçok eşcinsel erkeğin sahip olamadığı kadar açık fikirli bir ailesi var Elio’nun. Filmin en vurucu sahnesi de Elio’yla babasının aşka dair, bazı insanların eline çok nadir bazılarınınsa hiç geçmeyecek şanslara dair sohbeti... Michael Stuhlbarg, sadece eşcinsel erkeklerin değil, belki en çok onların ama neticede kız erkek her gencin sahip olmak istediği, belki ancak bir romanda veya bir filmde varolabilecek ama varolabildiğini bilmeye de ihtiyaç duyulan, koşulsuzca sevgi dolu bir baba figürü olarak insanın gözlerini yaşartıyor. “Beni Adınla Çağır”ın en duygusal noktasında...

    Bu noktada bu filmle Oscar’a da aday gösterilen, karakterin güvensizliklerini de arzularını da büyük doğallıkla canlandıran, sinemanın 2017’deki en önemli keşiflerinden birine dönüşen Timothée Chalamet’ye ve ilk kez yakışıklılık zırhını indirmeye bu kadar yaklaşan, aktör olarak ilk kez kendini bu kadar ciddiye aldıran Armie Hammer’a övgüler düzmek gerek. Filmin başarısı, Elio ve Oliver’ın aşkına inanmakla mümkün. Ve sonuna kadar inanıyoruz.

    Yönetmen Luca Guadagnino’nun bu filme kattığı muazzam bir nitelik de seyirciye geçirmeyi başardığı tensellik. Güneş altında şekerleme yaparken Oliver’ın kendisine seslenmesiyle gözlerini açan, ama uyku mahmuru haliyle anlattığı şeyi hemen dinlemeye hazır olmadığı için onu durdurup önce kendini toplamaya çalışan Elio’nun bedenindeymişiz gibi hislerini tecrübe edebilişimiz, kendi hafızamızdan o hissi bulup çıkarabilişimiz... Oliver göle ilk ayağını soktuğunda suyun buz gibi olduğunu fark edip irkilmesi, daha sonra gerinip güneşi kemiklerinde hissetmesi... Veya filmin en meşhur ama izlemeyenler için burada detaylarına giremeyeceğim sahnesinde, şeftalinin tadını aldığı anda, bizim de dilimizde o tadın canlanması... Karakterlerinin tecrübe ettiği hisleri seyircinin de aynı anda tecrübe edebilmesi için sinemasal çözümler bulmak... Çok özel, şaşırtıcı bir başarı bu. “Beni Adınla Çağır”ı duygusal gücünün dışında, sinemasal olarak da heyecan verici kılan bunlar işte.

    Altın Palmiye ödüllü Taylandlı sinemacı Apichatpong Weerasethakul’un görüntü yönetmeni olarak tanıdığımız Sayombhu Mukdeeprom’la birlikte düşük bir bütçeyle çalışan ve kendilerini özellikle tek bir objektifle kısıtlayan, sonuçta da romantik bir masal dünyası kuran Luca Guadagnino için tek bir yergimiz var. Filmin en çok eleştirilen detayı. Elio ve Oliver’ın ilk gecesinde, çok eski bir sinemanın kodlarını kullanarak kamerasını başka bir tarafa, pencereden dışarıya çevirmesi. Kilit bir andaki bu cesaretsizlik. Çözüm olarak da bu kadar demode bir yolu seçmesi. Oyuncuların çıplaklık konusunda tedirgin olduklarını, buna dair sözleşmelerine maddeler koydurduklarını biliyoruz. James Ivory de bu konuda hayal kırıklığını dile getirdi. Nasıl getirmesin? Otuz yıl önce kendi çektiği filmde aktörler çıplaklıktan hiç çekinmemişken, 2017 yılında geri mi gitti sinema? Ama madem şartlar böyle, basit bir kesme, daha güncel bir çözüm tercih edilseydi en azından.

    Bu minik serzenişe rağmen, geçtiğimiz yıl bu kadar derimizin içine işleyen bir film daha izlemedik. Son olarak tek bir şey söylemek isterim... Sinema tarihinin belki en özel, en duygusal kapanış jeneriklerinden birine sahip “Beni Adınla Çağır”. Sufjan Stevens’ın şarkısı “Vision of Gideon” eşliğinde görüntüler devam ederken, sırf yazılar akmaya başladı diye ne olur bazılarının hatasını tekrarlamayın, koltuğunuzda ve filmin içinde kalın... Elio’yu yalnız bırakmayın.

    Twitter: aliercivan

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top