Gökyüzünde Asılı Bir Serüven: Mission: Impossible
Yazar: Tuğçe Madayanti ŞenTom Cruise, yalnızca bir aktör değil, artık aynı zamanda sinema ritüelinin vücut bulmuş hali gibi geliyor bana. “Mission: Impossible – The Final Reckoning” bu ritüelin son örneklerinden. Ve bu sefer yalnızca bir devam filmi değil; sinemanın bugünü ve yarını üzerine fiziksel bir manifesto. Şöyle ki, Cruise, sinema tarihindeki yerini çoktan sağlamlaştırmışken, bu filmle birlikte bir kez daha sınırları zorlamış. Sadece fiziksel değil, kavramsal sınırları da... “Mission: Impossible – The Final Reckoning,” teknolojik distopyalara, yapay zekâ kabuslarına ve dijital çağın soyut tehditlerine karşı bilgisayar efekti değil, kas gücüyle çekilen sahnelerle dolu bir film. Özellikle filmin finalindeki uçak sahnesi, Cruise’un sadece aksiyon değil, sinemanın kendisi adına duyduğu tutkuyu haykırıyor. Tıpkı Gene Kelly'nin danslarını kendi yapan bir sanatçı oluşu gibi, Cruise da dublörsüz sahneleriyle bu çağın sinema geleneklerine bir sadakat gösterisi sunuyor. Dijital efektlerin egemenliğinde, sinema salonlarını hâlâ kutsal bir alan gibi görenler için bu film, eski usul bir bağlılığın modern zamandaki tezahürü oluveriyor.
“Mission: Impossible – The Final Reckoning” yapay zekanın tanrısal bir güce dönüştüğü bir anlatının parçası olarak karşımıza çıkıyor. Bu sefer kötü karakter “The Entity”, bir insan değil ama insanın da bir toplamı. O, her yerde olan, kimse olmayan, görünmeyen ama her şeye sızmış dijital bir gölge. Bu soyut karakterin taşıdığı tehdit öylesine yaygın, öylesine soyut ki, film boyunca gerilim, somut tehlikelerden çok, sürekli bir kıyamet atmosferine dönüşüyor. Yani aksiyonun yanında bir varoluş kaygısını da bünyesinde taşıyor. Fikir olarak zamanlaması uygun olsa da, tehdidin bu genişleme hali ne yazı ki filmin zayıf halkası.
"Mission: Impossible" serisinin önceki filmlerinde aksiyonun enerjisi daha dinamik, mizah daha yerindeydi. Özellikle “Rogue Nation” (2016), zarafeti, mizahı ve aksiyonu dengede tutan parlak bir örnekti. “Fallout” (2018) biraz daha dramatikleşmişti. “Dead Reckoning Part One” (2023) ise ciddiyetin dozunu iyice artırmıştı. Son film “The Final Reckoning” ise artık neredeyse melodramın kıyısında duruyor. Filmin tonu öylesine ağır ki, eğlenceli olabilecek anlar bile karanlık bir his altında eziliyor. Serinin takipçileri bilir ki, açılış sahneleri filmin tonun habercisidir. Her filmde Ethan Hunt’a (Tom Cruise) görevin nasıl verildiği o filmin karakterini de belirler. “Rogue Nation”da bu sahne flörtöz bir plak dükkanında geçerken, “Fallout” nükleer bir kabusla başlıyordu. “Dead Reckoning” IMF yeminiyle dramatikleşmişti. “Final Reckoning” ise lo-fi bir mesajla kasvetli bir şekilde başlıyor. Bu kez dijital çağın kötülüğü tanıtılıyor; gizemli değil, doğrudan ürkütücü bir atmosferle.
Buna karşın, Cruise’un sinemaya duyduğu o fiziksel sadakat, filme hala can veriyor. Fragmanlardan itibaren havacılık vurgusu öne çıkıyordu; DC-3’lerden FA-18’lere, Stearman’dan hayal ürünü jet taşıyıcılara kadar uçan her şey sahnedeydi. Özellikle Cruise’un Stearman uçağının kanadına asılarak çektiği filmin son aksiyon sahnesi, sadece bir görsel şov değil; aynı zamanda “gerçek sinema”dan vazgeçmeyen bir aktörün antik bir bağlılık yemini gibiydi. İlginç olan şu: Tüm bu gösterişli aksiyon sekansları, yalnızca gişe garantili bir strateji gibi de durmuyor.
“Dead Reckoning Part One”, 2023 yılı gişesinde “Barbie” ve “Oppenheimer” gibi kültürel fenomenlerin gölgesinde kalarak beklentinin altında kalmıştı. 200 milyon dolarlık bir kayıp yaşandığı hala söylenmekte. Ve işte Cruise bu yeni filmde adeta “eksik kalan ne varsa, iki katına çıkaracağım” diyerek sahneye çıkmış gibi duruyor. Ama bu gövde gösterisinin ardında, yalnızca ticari bir strateji değil, sinemanın özüne dair bir tutku da hissediliyordu. Yine de, filmi yalnızca Cruise’un fiziksel cesaretiyle değerlendirmek yetersiz olur. Zira senaryo, aksiyonun organik ritmini bozacak kadar baskı altında yazılmış gibiydi. Her sahne, “önceki filmi geçmeliyiz” telaşıyla kurgulanmış hissi veriyordu. Bu durum, hikâyeyi zorlayıcı bir tempoya sokmuş, eğlenceyi değil, ispat kaygısını belirginleştirmişti.
“The Entity” karakteri özelinde bu sorun daha da iyi anlaşılıyor. Yapay zekâ tehdidi elbette günümüzün en güncel meselelerinden biri. Ancak burada düşman öylesine belirsiz ve geniş kapsamlı ki, bir motivasyonu ya da kişiliği olmayan bir “şey”le savaşıyorsunuz. Tehdit, fiziksel değil; soyut bir korkuya dönüşüyor. Bu da aksiyonun kişisel dozunu azaltıyor, seyirciyle temas kurma ihtimalini düşürüyor.
Tüm bu karmaşanın ortasında hâlâ etkileyici olan şeyler var: Cruise’un uçağın kanadına asılı kaldığı sahne hâlâ sinema perdesinde nefes kesiyor. Teknik olarak film kusursuza yakın. Ama bu ustalık, biraz fazla ciddiyetle sarılmış. Mizah, hafiflik, kendine güvenen o eski Ethan Hunt havası neredeyse yok olmuş.
“Mission: Impossible – The Final Reckoning” büyük ihtimallerle dolu bir yapım. Gökyüzünde süzülen jetlerin, rüzgarı yaran motosikletlerin, patlayan binaların ötesinde, geriye kalan şey bir tür karanlık yalnızlık hissi. Cruise’un fiziksel cesareti, sinema aşkı elbette ki hayranlık uyandırıyor. Ancak bu film, serinin o özgür, dengeli ve eğlenceli ruhunu kaybetmiş gibi. Bir film olarak değil, bir duruş olarak bakıldığında saygı uyandırıcı. Ama sinema yalnızca duruş değil, aynı zamanda deneyimdir. Ve bu deneyim bu seri özelinde biraz fazla kasvetli, fazla ağır.
Tom Cruise gökyüzüne yükseliyor. Ama gökyüzü bu kez biraz daha gri. Ve belki de tam bu noktada şunu sormalıyız: Gerçek olan nedir? Ete kemiğe bürünmüş bir aktörün cesareti mi, algoritmalarla şekillenen sahte bir devinim mi? Sinema salonlarının yerini algoritmalar aldıkça, bu sorunun cevabı da daha da hayati hale geliyor. Cruise'un bu fiziksel ısrarı, yalnızca bir yıldızın egosu değil; aynı zamanda bir direniş biçimi. Dijital çağın sanallaştırdığı dünyaya karşı, bedeniyle, ölçeğiyle, tehlikesiyle sinemanın hâlâ bir deneyim, bir emek ve bir gerçeklik alanı olduğunu hatırlatıyor. Cruise bu filmde yalnızca koşmuyor, sıçramıyor, tırmanmıyor. Aynı zamanda hatırlatıyor: Sinema, hâlâ bizim nefesimizle anlam bulan bir şeydir. Gösterinin, ritüelin, ortak izleyiciliğin son kalelerinden biri. Ve belki de bu yüzden, bu film tam olarak iyi değilse bile, hâlâ önemli.
Tugce Madayanti ŞEN