Hesabım
    Balina
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Balina

    Babalar ve Kızları

    Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu

    Travmanızı kaç kilo alırsınız? Kapitalist 21. yüzyılın başımıza sardığı son belalarından olan obezite, bilindiği üzere Amerikan toplumunun belli başlı halk sağlığı sorunlarından biri. Hal böyle olunca, sanat üretimindeki hikayelerde de travma sonrası stres bozukluğu ve obezite (ya da tam tersi anoreksiya) mevzularının karşımıza sık çıkması da olağan bir duruma geldi. Amerikalı oyun yazarı Samuel D. Hunter imzalı aynı isimli tiyatro oyunundan beyaz perdeye aktarılan Balina (The Whale), yaşadığı ağır bir travma sonrası aşırı yeme bozukluğuna kendisini kaptıran ve nihayetinde ölümcül obezitenin pençesine düşen Charlie karakterini merkezine alıyor. Yönetmen koltuğunda ise Oscar adayı olup bir türlü heykelciğe uzanamamış karakter öykülerinin yönetmeni Darren Aronofsky oturuyor…

    Filmografisini burada tek tek saymasak da biliyoruz ki Aronofsky büyük hikayeleri seviyor. 2017’de vizyona giren “Anne!” filminden bu yana kendisini yönetmen koltuğunda göremesek de Hollywood’da ve dizi sektöründe yapımcı ve yürütücü yapımcı olarak pek çok jenerikte karşıma çıktı. Sinemacılığının özü açısından ana karakter odaklı ve hatta birey bazlı hikayeler anlatmayı ve geri kalan yan karakterleri biraz törpüleyerek, hafif cilalayarak başrolün çevresine serpiştirmeyi tercih ediyor yönetmen. Balina’da da yaptığı tam olarak bu aslında. Başrol Charlie karakterinde Brendan Fraser’i seyrettiğimiz film, adı itibariyle de o kadar Charlie odaklı ki hem öykünün akışı hem de ‘görselliği’ açısından ne seyirciye ne de başkaca bir hikayeye alan kalmıyor tabir-i caizse. Ne demek istediğimizi filmin konusundan da kısaca bahsederek biraz açalım…

    İngilizce edebiyat öğretmeni olan ve uzaktan ders vererek yaşayan Charlie, kendisini hapsettiği evinin salonunda, hatta sadece kanepede ömrünü geçiren, obezite belasından muzdarip bir adamdır. Sağlık sorunları her gün daha kötüye doğru gitmektedir ve (bizce aslında anlaşılmaz biçimde) tedavi seçeneğini ısrarla reddeder. Ölüme yaklaştığını hissettiği günlerde çok uzun yıllardır görüşmediği tek kızı ile yeniden iletişim kurmanın yollarını arar ama bu sandığı kadar kolay olmayacaktır. Zira kızı Ellie için dünya bir cehennemdir ve Ellie kendisi dahil kimseyi umursamayan, öfkeli bir ergendir…

    Hem fiziki hem manevi olarak oldukça klostrofobik öykü ve atmosfer kurgulamayı tercih ediyor Aronofsky. Neredeyse tek mekan hatta tek öykü diyebileceğimiz bir akışta, seyirciyi Charlie ile kapkaranlık salona ve kanepeye bilerek hapsediyor. Üstelik bu tavrı 4:3 çerçeve kullanarak teknik açıdan da sabitliyor. İstiyor ki karakter ile hali hazırda merhamet temelli kurduğumuz özdeşlik hiç bozulmasın ve hatta günün sonunda balinaya ya da Charlie’ye hak vererek ayrılalım onun salonundan. Bu, bir yönetmenlik tercihi olarak da kabul edilebilir, biraz ajitasyona yönelik iyi niyetli olmayan bir hamle olarak da. Çünkü hayat aslında tercihlerden ibaret, yönetmen olarak kullandığınız kadrajlardan başlayarak kızınızla kurduğunuz ya da kurAmadığınız, veya kurmayı reddettiğiniz ilişkilere kadar uzanan bir tercihler silsilesi var karşımızda.

    Öte yandan balina metaforu ile resmedilen Charlie’den kalan alanda, hikayelerine ancak kıyısından berisinden dokunabildiğimiz ya da fazla derinleşmeyen karakterler var öyküde. Bunları başlıcası tabii ki Charlie’nin kızı Ellie (Sadie Sink). Elli çok sinirli, çok öfkeli, çok nefret dolu; hatta nefreti ergenlik çıtasının çok üstünde, öz annesinin deyimiyle o bir “evil!”, yani kötücül bir şeytan! Ama bırakın gözlerinden alev çıkan bir genç kızın ortalıklarda hiç olmayan babasına karşı öfkesine hak verip vermemeyi, Aronofsky bize Ellie’yi daha yakından tanımak için bile fazla fırsat vermiyor. Elimize geçen tek tük nüvede de, aşağılık duygusu ile ne yapacağını bilmeyen babasının Ellie’yi sürekli “müthiş bir insan olarak” övmesine şahit oluyoruz sadece. Tam derinleşme fırsatı varken elimizden (ç)alınan karakterlerden biri de Hemşire Liz (Hong Chau) oluyor.

    Charlie’nin evine ve öyküye sürekli New Life Kilisesi ile girip çıkan Thomas’ın (Ty Simpkins) ve adı geçen kilisenin, dolayısıyla muhafazakar dini vurgunun senaryodaki ağırlığı ise seyirciyi gerçekten yoruyor. Bir tiyatro uyarlaması olsa da daha serbest hareket edilebilecek bir öykü kotarılabilirmiş pekala. Ana karakter Charlie ve sadece adını duyduğumuz partneri tam hayallerindeki hayatı ellerine almışken, yaşadıkları makus talihsizlikler nihayetinde seyirci olarak bizleri de isyan ettiriyor. Üstelik fazla zorlarsak senaryonun geldiği noktada muhafazakar bir mesaj kaygısı olduğu bile söylenebilir; ama biz gene de zorlamayalım. Ez cümle, Aronofsky bir şeylere değiştirmeye gücü varken neden karakteri gibi davranıp, sinemasını çıkmaza sokmayı tercih ediyor, bilemiyoruz…

    Öte yandan, tüm bu çalkantılı hikaye içerisinde başrol Brendan Fraser, şapka çıkartılası bir performans ortaya koyuyor. “Brendan drama rollerine uygun değil” diyen Hollywood safsatalarına inat, kendisi de bir dönem yaşadığı olumsuz travmalardan ötürü gözlerden uzak kalan oyuncu, Charlie’yi resmen ‘sahalara geri dönüş bileti’ olarak kullanıyor. Hollywood, dahası Akademi beden dönüşümüne dair karakter hikayelerini pek sever ve bu manada başrolleri de ödüllendirmekten geri durmaz. Neyse ki Charlie rolü için Brendan Fraser en azından ölümcül noktaya gelecek kadar kilo almamış; zira filmde yine Oscar’a aday gösterilen başarılı bir saç ve makyaj tasarımı mevcut. Fakat son verilere göre 67'si fazla kilolu veya obez olan bir ülkede Balina ile özdeşlik kurmak pek zor olmayacaktır; bakalım Fraser geri dönüş biletini bir heykelcikle taçlandırabilecek mi? Her şey bir yana filmde dönüp duran Moby Dick anlatımı ve metaforu edebiyat açısından oldukça leziz bir detaydı, bunu da eklemeden geçmeyelim.

    Uzun lafın kısası, sevdiklerinize diyeceğiniz bir çift lafınız varsa Charlie gibi ölümün kapınıza gelmesini beklemeyin. 

    Daha Fazlasını Göster

    Yorumlar

    Back to Top