Işığı Öldür!
Yazar: Banu BozdemirÜlkesinden kaçarak Kanada’da yaşayan İranlı yazar ve yönetmen Alireza Hatemi ülkesinde geçmesi muhtemel bir hikayeyi Türkiye’ye taşıyor ama filmi izleyince hikayenin bizim topraklara uyumunun hiç de zor olmadığını görüyoruz! Alireza Hatemi, Ali Asgari ile çektiği politik skeç temelli filmleri "Terrestrial Verses"ten sonra tek başına çektiği filmi "Öldürdüğün Şeyler"de bir kişinin içinde taşıdığı çoklu kişilik durumuna ve karşılaştığı durumlara göre girdiği duygu değişimine dikkat çekiyor. İlk kez Sundance Film Festivali’nde gösterilen film Ali’nin (Ekin Koç) mesleği etrafında da kavramlara farklı bir yol çizdiğini gösteriyor. Bir üniversitede İngilizce çeviri dersi veren Ali, tercüme etmenin Arapça kökeninin öldürmek, yeni yeni bir terim yaratmak için önceki versiyonunu yok etmek olduğu kavramına saplantılı bir biçimde derslerinde yer veriyor! Amerika’da okumuş Ali’yle Türkiye’de ders veren Ali’nin tanımsal olarak aynı olsa da kelime ve içerik olarak asla aynı olmadığı gerçeğiyle film boyunca bizi yüzleştirmeye çalışıyor! Bir yandan da karısının gördüğü rüyasının anlatımıyla başlayan hikaye o rüyanın sonlanışına denk düştüğü için bir rüya mı izledik acaba dedirten bir karmaşaya bağlanıyor!
Yönetmenin 2017’de Şili’de çektiği "Oblivion Verses", "Öldürdüğün Şeyler"in farklı bir konsepti, bu filmi de izleyince anlıyoruz ki yönetmen başka dillerde çalışmanın, yaratmanın nasıl bir dönüşüme sebep olduğu konusunu araştırıyor, muhtemelen ülkesini terk etmiş olmanın, o toprakların hikayesini başka ülkelerde çekiyor olmasının getirdiği değişimi anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Yani bir nevi coğrafik kodların bünyelerde yarattığı değişim ve tahribatı! Ve bunu o kadar David Lynch’in "Kayıp Otoban", Kiarostami’nin "Kirazın Tadı" ve biraz da "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" dehlizlerinde yapıyor ki, yönetmenin harmanının gerilim filmi sınırlarına dahi ulaştığına tanıklık ediyoruz. Yönetmen bir yandan da hikayenin içten bir yerden, içsel dokuyla ortaya çıktığını da inkar etmeyecek kadar cesur! Ali’nin dönüştüğü diğer karakterin isminin Reza olması ve yönetmenin isminin Alireza olması her hikayenin özden çıktığına dair algıya da açıklık getirmiş de oluyor!
Taşra hikayelerindeki baba-oğul çatışmasının, gerilimin altında yatan şeyin ‘erkeklik’ duygusunun tırmanışı olduğunu görüyoruz ve Hatemi de bu yönde sürüklüyor hikayesini!
‘Işığı Öldür’ dizeleriyle son bulan film, Türkiye’de mutsuz bir kesimin arasında dolaşıyor ve en çok da kibirli Ali’ye yaşanan tüm talihsizliklerin ortak paydasının kendisinde toplandığı duygusunu taşıtıyor. O da atalarından, babasından devraldığı ataerkil şiddeti yok ederse bu sarmaldan çıkacağını düşüncesiyle hareket ediyor!
Karısının çocuk arzusuna yetişemeyen düşük sperm sayısını bile ifade edemez, karısına söyleyemezken yapmak istedikleri bir rüyanın kabusuna dönüşmek üzeredir. Oysa yurt dışında okumuş, daha görgülü, vicdanlı bir yapısı vardır ama kuşaktan kuşağa aktarılan erkeklik kavramının da dışında kalamaz! Evde patlayan tesisat, su deposunda bulunan silah, babasının annesine olan kayıtsız tavırları ve annesinin şüpheli ölümü Ali’yi içine çeken sarmala dönüşür! Filmin ilginç anlarından biri Ali’nin yalnız kalmak için arada sırada geldiği bahçede yaşanıyor! Erkan Kolçak Köstendil’in canlandırdığı Reza isimli bahçıvan Ali’ye bahçe bakımı konusunda yardımcı olacağına dair bir teklif sunar! Babaya uygulanan şiddet sonrasında bahçıvanı Ali’nin kıyafetleri içinde görüyoruz, Ali’de köpeğin bağlı olduğu ağacın altında yatmaktadır, köpek ise ortada yoktur. İki karakterin yer değişimi kafalarımızı karıştırsa da "Kayıp Otoban"daki beden değişimi aklımıza geliyor ve ikilinin gitgelleri arasında filmin değişen fonuna uyum sağlamaya çalışıyoruz! Bu değişimi Ali’nin giriştiği daha cesur, daha kolay olan ve yozlaşan erkeksi versiyon arzusuna denk geldiği şeklinde okumak mümkün! İlk yarıda herkese tepeden bakan Ali’nin biraz dağıldığını görmek ilginçtir rahatlatıcı da geliyor!
Hatemi hem mekânsal çerçevede hem de düşünsel olarak geleneksel bir anlatıya meydan okuyor, karakterlerini iyi bir çerçevelemeyle hikayenin içine yerleştirmeyi başarıyor ve özellikle de son sahnenin gazıyla bize şu soruyu sordurtmayı başarıyor: Gerçeği mi izledik, Ali’nin kafasının içinde miydik ya da karısının rüyasına mı girdik? Film ilgi çekici bir izleme deneyimi sunsa da, izleyiciyi dışarıda bırakan soyut, geride duran ve duygusal olarak çekmeyen bir yanı da mevcut. Ama Hatemi yaşadığı tüm toplamlardan bir erkek dünyası çıkarmaya ve o hiyerarşik duygunun ne kadar çarpık, bencilce ve gerçekçi olmadığına dair bir algıyla bizleri rahatlatmaya çalışıyor!
Banu BOZDEMİR