Son Ana Kadar
BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
3,0
Ortalama
Son Ana Kadar

Zamanla Baş Etme, Kayıp ve Kabul

Yazar: Tuğçe Madayanti Şen

Zaman kurgusunun film anlatılarındaki etkisi, sinema dünyasında üzerinde uzun yıllardır tartışılan ve derinlemesine işlenen bir konu olmuştur. Bazı yapımlar, zamanla oynayarak anlatıyı derinleştirir, hikayeye zenginlik katarken bazıları ise sadece "sofistikeyiz" izlenimi yaratmak amacıyla kurgusal hilelere başvurur. Bazı filmler, zamanı yalnızca anlatımsal bir araç olarak değil, aynı zamanda duygusal bir anlatım dili olarak kullanır. Örneğin "Aftersun", "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" ve "Arrival" gibi yapımlar, zamanın katmanlarıyla insan ruhunun derinliklerine inmeyi başarırken "We Live in Time" filmi, zaman atlamalarını neredeyse sadece kafa karıştırma aracı olarak kullanıyor. Filmin ana teması olan 'zaman'ı vurgulamak amacıyla yapılan bu tercih, hikayenin özünü ve duygusal yükünü dengeli bir şekilde taşıyamamış gibi görünüyor. Zamanın sürekli atlamalı yapısı, anlatıyı sofistike hale getirmeye çalışırken duygusal derinlik yaratmak yerine izleyiciyi zamanın kaybolan bir bulmacasıyla baş başa bırakıyor. Sonuç olarak, film seyirciye his kaybettiriyor.

A24

Florence Pugh, güçlü oyunculuğuyla filme hayat katıyor. Almut karakterindeki etkileyici ve dik duran performansı, filmdeki duygusal yükü omuzlayarak dikkat çekiyor. Özellikle karakterinin acısını ağlamadan, içine atarak taşırken gösterdiği performans takdire şayan. Ancak senaryonun zayıflığı, oyunculukları da sınırlıyor. Pugh'un enerjisi ve yeteneği, bazı anlatım bozukluklarını geçici olarak telafi etse de, bu çözüm uzun vadeli bir iyileşme sağlamıyor. Andrew Garfield, film boyunca sürekli "birazdan gözlerim dolacak" ifadesiyle izleyicisine duygusal bir yük sunuyor. Başlangıçta sempatik olan bu durum, sürekli tekrarlandığında karakteri zayıf ve iki boyutlu hissettirebiliyor. Film, Garfield’a duygusal derinlik katmaya çalışırken bazen abartıya kaçıyor. Pugh ve Garfield arasındaki kimya ise tatmin edici olmaktan uzak; ikili arasında güçlü bir bağ kurulduğu hissi uyandırılmıyor.

"We Live in Time", aşkları ve karşılaştıkları zorluklar üzerine kurulu bir film olmasına rağmen, çifte gerçekten akılda kalıcı bir ilişki dinamiği oluşturamıyor. "The Fault in Our Stars" gibi filmler, benzer duygusal kırılmalar etrafında şekillenen ilişki dinamikleriyle izleyiciyi derin bir duygusal yoğunluğa sürüklüyor. Ancak "We Live in Time", bu anlamda aynı etkiyi yaratmayı başaramıyor. "The Fault in Our Stars" tarzı filmler, duyguları en saf haliyle göstermekten çekinmezken, "We Live in Time" duyguyu steril ve kontrollü bir şekilde sunuyor, bu da bir noktada duygusal etkiyi azaltıyor.

Filmin yönetmeni John Crowley, sakin bir içsel keşif sürecini yansıtmaya çalışan, minimalist bir yönetmenlik tarzı benimsemiştir. Abartıdan kaçınarak, duygusal anları yakalamak için kamerayı doğrudan karakterlere odaklar. En bilinen filmlerinden biri olan "Brooklyn" (2015), İrlandalı bir göçmenin Amerika'da yeni bir hayat kurma çabasını anlatırken, "Closed Circuit" (2013) adlı gerilim filminde de benzer şekilde karakterlerin içsel çatışmalarını derinlemesine işlemiştir. Crowley'nin filmlerinde sıkça işlediği temalar arasında kimlik, aidiyet, içsel çatışmalar ve duygusal bağlar yer alır. İnsanlar arasındaki ilişkilerin ve seçimlerin hayat üzerindeki etkilerini incelemek Crowley'nin sinemasındaki önemli bir motif olmuştur. Ancak "We Live in Time" filminde, zamanın etkisi altındaki karakterlerin duygusal yolculukları ve dönüşümleri yeterince derinlemesine işlenememiş gibi görünüyor. Zamanın geçişini izlerken, karakterlerin içsel dünyalarına dair daha fazla keşif yapabilme imkanı yaratılmamış.

Filmin bazı anlarında hayatın cilveli doğası ve sıradan ama bir o kadar da darmadağın yönleri güzel bir şekilde gösterilmiş. Özellikle son bölümde, müzik ve dramatik kamera açılarıyla yapılan müdahalelerden kaçınılmış olması dikkat çekiciydi. Bu sahnelerde, hayatın içinden gelen doğal bir gerçeklik vardı; her şey kendiliğinden gelişiyor gibiydi ve insanlar, bu gerçekle başa çıkmaya çalışıyordu. Bu yaklaşım, klasik dramatik anlatılara alışkın olan izleyiciye daha doğrudan bir his verir. Ancak tam da bu noktada, filmde bir "düğüm" eksikliği hissediliyor ve duygusal anlamda hafif bir boşluk yaratılıyor. Filmdeki müzik kullanımı ise oldukça etkileyici. Özellikle Florence’ın koştuğu sahnede çalan parça, izleyiciye film boyunca yaşanan en güçlü duygusal anlardan birini sunuyor. Müzik, sinematografi ve oyunculuk birleşerek, “işte bu” dedirten bir an yaratıyor. Bu an, filmin nadir gerçek ve içten duygusal zirvelerinden biri olarak akılda kalıyor.

"We Live in Time" filminde, “zaman” bir arka plan değil, hayatın ölçüsü, ritmi ve anlamı olarak sunulmaya çalışılıyor. Ancak bu anlatım biçimi ayağına dolanıyor. Film, iyi niyetle çıktığı yolda, zamanın kurgusal devinimiyle seyirciyi kaybetmeye mahkum kalıyor. Florence Pugh’un performansı, filme bir nebze hayat katmakta olsa da, filmin anlatısal eksiklikleri hikayenin potansiyelini engelliyor. Zamanla baş etme, kayıp ve kabul temaları üzerine yoğunlaşan film, bu temaları işlemek için kullandığı kurgusal stratejiyle seyircisinden istediği duygusal derinliği tam olarak alamıyor. Sonuç olarak, "We Live in Time", izleyicide “eh, yazık olmuş” duygusunu yaratıyor. Filmi, TV+ platformunda izleyebilirsiniz.

Tugce Madayanti ŞEN

Daha Fazlasını Göster